Tükürünce ılık yağmur yağıyor sanılıyor

Mete Belovacıklı, göreve gelişinden tamı tamına 7 ay 15 gün sonra Milliyet gazetesi genel yayın yönetmenliği görevine resmen atandı, bilmem duydunuz mu?

Bu yazıda, Mete Belovacıklı’nın Milliyet’in resmen yayın yönetmeni oluşundan başlayıp, genel yayın yönetmenleri ve yeni medya düzeni üzerine yazacaktım.

Göreve gelişinden tamı tamına 7 ay 15 gün sonra resmen atandı Mete, bilmem duydunuz mu?

Bu konuya girecektim ki…

Bahçeli’nin muhalifi Sinan Oğan çıktı Anadolu Ajansı’na “Yaptığınız haberciliğe tüküreyim” tweet’i attı.

Anadolu Ajansı da “Haberin linki burada sakinleşince okursunuz” dedi, yetinmedi “Anlamazsanız döner döner bir daha okursunuz” tweet’i attı, iyi mi!

Şu Twitter çıkalı ne çok ucuz kahramanımız oldu farkında mısınız? Twitter’la gelen cesaretimiz hakkında da yazmalıyım aslında.

Offf, yazacak ne çok şey var ve ne kadar az zaman… (Mungan’ı anarak.)

Gazeteci atarlanmasına alışmıştık da. Resmi bir kurumun, hem de ülkenin en eski, kuruluş/kurtuluş mücadelesinin en önemli aracı olmak gibi karizmaya sahip haber kurumunun atarlanması sanırım bir ilk(ti).

İşe ne haber, ne haberci ilkeleri açısından yaklaşacağım. Yok öyle bir dünya.

Bu olayın bir yanı, kişisel travmaların kuruma yansımasıdır.

Bir yanı, kurumsal travmanın kişilere yansımasıdır.

Bir yanı, ajansı ajans yapan ilkelerle birlikte bir kendini kaybediştir.

Bir yanı, içi bomboş bir özgüvendir.

Bir yanı da, kendisini haberle değil, sözel bir eylemle var etme lüzumsuzluğudur vs.

İşin aslına dönelim, yapılması gerekenin yapılıp yapılmadığına.

Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş, söz konusu tweet’i kaldırtmış, iyi de yapmış.

Ancak o tweet’i atan çocuğun (olgun biri olmadığı kesin), yaklaşımın acilen soruşturulması gerekli.

Anadolu Ajansı, sağa sola tweet savurmak yerine, kurum kültürünü masaya yatırmalı.

Ya da. Bırakalım dağınık kalsın.

BENCE FİKRET BİLÂ

Fikret Bilâ’nın, Sedat Ergin’in yerine Hürriyet’in yeni yayın yönetmeni olacağını yazdım diye Bilâ ile ilgili düşüncelerimi yazmayacak mıyım? Yazacağım.

Benim için Fikret Bilâ;

Ağır bir trafik kazasında “inadına yaşama” azmi göstermiş ve de başarmış bir direnç simgesidir.

Akıl ve akıl ve akıl ve akıl adamıdır, duygular sadece kendiyle kaldığında başına üşüşür.

FETÖ beni hırpalarken, fikrini sormak için kapısını çaldığımda büyük bir titizlikle danışmanlık yapmış kişidir.

Ve. İstanbul’da çok ama çok iğreti kalacak bir Ankara gazetecisidir.

TABURCU OLDUK (1)

Annemin hastaneye yattığı günden tam 99 gün sonra taburcu olduk.

Hastane sürecimiz bitti (şimdilik). Hastalığımız devam ediyor.

99 gün. Üç aydan fazla. Bir yılın dörtte biri hastanede kaldık.

Taburcu olduk. Mucize gibi bir adamın, doktorumuz Arda Çetinkaya’nın sayesinde.

Başka hastanede, başka doktorların “Ameliyat şart ama dikişler tutabilir de tutmayabilir de” dedikleri koskocaman bir yarayı görür görmez, “Merak etmeyin, anneyi iyileştireceğiz. Bunu dikiş atmadan yapacağız. Zaman gerekecek biraz” diyen adam.

İşine tutkulu. Hastasına özenli. Sinir bozucu oranda mütevazı.

İnsanı hasta edecek kader sakin, delirtecek kadar çalışkan.

Tüm hastanenin ameliyatlarını yapıyor gibi, ameliyathanede yaşıyor. Hafta sonu dahil.

Baştan sona sabır. Bir tek ama bir tek gün, bizim sonu gelmez sorularımızdan bıkkınlık hissettirmedi.

İlk günlerde. Hastalık şanssızlık derken, sonrasında doktorunuz şansınız oluyor.

TABURCU OLDUK (2)

99 gün hastanede yatma sürecinin psikolojisi şöyle;

İlk günlerde kabullenmiyorsun. “Bizim burada ne işimiz var” diyorsun, direniyorsun.

Her an, bırakacaklar gideceksin sanıyorsun.

Doktorun ağzından gideceğin gün çıkıversin istiyorsun, “yarın eve gidebilirsiniz” desin.

Demiyor. Senin için sıra dışı olan “hastanelik” durumu, onun için sıradanın sıradanı.

Doktor dediğin, insanı gri bir noktada tutmanın uzmanı bir tür.

O dar gri bölgede. Zamanla. Umudun bitiyor.

Sanırım 20 günden sonra. Umut içeren soruların azalıyor.

Her koşula uyumlanan insan, bünyesini hastaneye de uyumluyor.

Birinci ayın sonunda, hastanede bir çevren oluşuyor. O çevre kalabalıklaşırken, hastane dışındaki çevren küçülüyor. Çünkü hep aynı şeyleri konuşmaktan sıkılıyorsun.

Anne nasıl?”

Aynı.”

Bu tür gergin bir diyalog nereye kadar gidebilir ki?

Nasılsın?” sorusunu duymak da can sıkıyor, duymamak da. Tuhaf.

Yeni çevren doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar, temizlik görevlileri, kantinci, anneye yemek getirenlerden oluşuyor.

Hepsi ama hepsi çok yakın oluyorlar.

Mesela annenin yemeğini başlarda gıdım gıdım koyanlar, sonraları “hamili kart yakinim” pozisyonunda kepçeyle doldurmaya başlıyorlar.

Gitmekten umudu kesince, kalmaya alışıyorsun. (Hep derim ya, umut gerçek bir işkence.)

Ona göre bir düzen kuruyorsun.

Neredeyse tüm aile orada yaşamaya başlıyorsun.

Odanı evleştiriyorsun. Eksik diye bir şey kalmıyor.

Evi hastaneye taşıdığın için, ilk gün el çantasıyla girdiğin hastaneden bir kamyon eşyayla çıkıyorsun.

Başlarda kantin çayı pratiği yaparken, sonraları oda, demleme çay yapılan küçük bir çay ocağına dönüşüyor.

Pencere önündeki mermer, hem mutfak tezgâhı, hem çalışma masası, hem çekmece görevi görebiliyor.

O pencereden Aralık ve Ocak’ın lapa lapa yağan karlarını izlerken, çıkıp o karda yürümekle, hasta yatağında yatan annenin yanında kalmak arasında gidip geliyorsun.

Evinde raflara sığdıramadığın temizlik malzemeleri nasıl oluyorsa oluyor, hastane odasındaki minik banyonun küçük ayna önüne sığıyor.

Alışıyorsun.

Gece herkes çekilince hastanenin başka bir yüzüyle karşılaşıyorsun.

Gündüz kalabalıklardan sayamadığın koridorlardaki yer karolarını sayıyorsun.

Gündelik hayatta karşılaşamayacağın insanlarla koridor sohbeti yapıyorsun.

Geceyle gündüzün farkından ilgisini koparmış doktorlar görüyorsun.

Sen, uykusuz ayakta duramazken onlar, saatler süren ameliyattan çıkıp, saatler süren ameliyatlara giriyorlar.

Uykunun en tatlı yeri” onlar için yok.

Öyle kapalı bir sistem kurmuşlar ki, neden doktorlar birbirleriyle ya da hemşirelerle evleniyorlar anlayabiliyorsun.

Her şeyi anlıyorsun da. Neden hasta kahvaltısını daha kargalar tuvalete gitmeden veriyorlar onu anlamıyorsun.

Ve o ortamda karşılaştığın herkes için “umarım ciddi bir nedenle burada değillerdir” diyorsun içinden.

AKLIMDA KALAN

Ne riskti ama” rahatlaması: Hürriyet’in yayın yönetmeninin değişeceğini yazdığımda risk aldığımı biliyordum. Aksi gibi o yazımı haber yapmayan haber sitesi kalmamış gibiydi. Yazdıklarım olmazsa, güvenilirliğim epeyce zedelenebilirdi. Bu bir şey değil, yemediğim fırça kalmamıştı. Bana dedikodu yazmak yakışıyor muydu? Ve, fakat. Hürriyet’teki değişiklik, benim yazıdan birbuçuk ay sonra gerçekleşti. Haber kaynağım aynen şöyle dedi: “Değişiklik sen yazmasaydın daha önce olacaktı.” Bir daraldım sormayın. Bir web sitesi yazarı olarak koskoca Hürriyet’in kararlarını etkileme gücüm mü var benim? Yapmayın, beni germeyin. Bu köşede kendi halimde takılıp gidiyorum. Tamam, o yazıda yazdığım büyük cümle gerçek oldu da. Şimdi. Birçok medya mensubu aynı yazıda adı geçen diğer kişilerin de başına, yazdığım şeylerin gelip gelmeyeceğini merak ediyor. Ben de.

Yorumlar 1 yorum