'Şerefsiz Savcı...' ve kişisel bir mesele

'Şerefsiz Savcı...' ve kişisel bir mesele

Yargıtay Ergenekon davasını usulden ve esastan bozdu.

Zaten hiç olmayan Ergenekon terör örgütünün, olmadığını karara bağladı.

"Zaten olmayan terör örgütü davası" yıkımlara neden oldu.

Örgüt kasası olduğu iddiasıyla tutuklanan Kuddusi Okkır'ın cenazesini belediye kaldırdı. O bir şey değil de, tedavisine izin bile verilmedi.

Şerefsiz kumpasçılar yüzünden, şerefini korumak için intihar etmek zorunda kalan Yarbay Ali Tatar'ın intiharı devletin vicdanında ağır bir yük artık.

Hem kanserle hem de çağdaş yaşam için mücadele ederken kapısına polislerin dayandığı Türkan Saylan'a karşı utanç bu devletin tarihine kazındı.

Ölümler, tutuklamalar, harap olan yaşamlar vs. vs.

Hepsi ama hepsi bir yana. Hasta annemin Cumhurbaşkanı Erdoğan'a kişisel iki sorusu var:

Birincisi, "Kumpası kurup yurt dışına kaçanlardan hesap sormak için ne yapıyorsunuz?"

Zira annem de İlker Başbuğ gibi düşünüyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan başkasının "paralel yapı"yla mücadele edemeyeceğine inanıyor.

Annemin ikinci sorusu ise şu:

"Ahmet Altan'lar, Cüneyt Özdemir'ler, Nazlı Ilıcak'lar, Mahmut Övür'ler, Melih Altıok'lar, Rasim Ozan ve karısıyla, adını sayamadığım başka gazeteciler, hiçbir şey yapmamışlar gibi işin içinden sıyrılacaklar mı?"

Zira annem, adını sayabildiği ve sayamadığı bu gazetecilerin paralel medyasından / savcısından aldıkları haberleri kullanarak, yayarak tutuklamalara zemin oluşturduklarına inanıyor.

Çünkü zaten hiç olmamış olan "sanal Ergenekon davası", ülke meselesi olmak dışında annemin ve bizim kişisel meselemiz.

Yasa adına konuşup, yasaları yerle bir eden ve sonra kaçıp giden savcılardan biri.

Cihan Kansız, "iddianameye konu olmayan kişilerin isimleri kapatılır" hükmünü hiçe sayarak ismimi açık açık yazmıştı iddianameye.

Adımın geçtiği imzasız belgede beş madde vardı. Hukukçuların "Beşi de hayatın doğal akışına aykırı" dedikleri beş madde!

Belgeyi düzenlediği söylenen asker, mahkemede imzasız belgeyi ilk kez gördüğünü söylemişti.

O belge "paralel medya"da manşet olunca, FETÖ'nün taşeron gazetecileri de oradan alıp kullanmışlardı.

Mesela Cüneyt Özdemir, "İlker Başbuğ ve Nuran Yıldız tutuklanacak" başlığını atmıştı.

Önce haber yapıp sonra tutuklamaların olduğu günlerdi.

Hukukçular, "Konu siz değilsiniz, bu gazeteciler İlker Başbuğ'a giden yolu döşemek için sizi kullanıyorlar" demişti.

O hafta, annemin hastalığı bir yılda ilerleyeceğinden daha hızlı ilerledi.

Her saat başı arayıp "Anne merak etme, tutuklanmadım" demek zorunda kalıyordum.

Ailem ve bir iki arkadaşım dışında etrafta kimse kalmamıştı. Korkmasınlar diye zaten kimseyi de aramıyordum.

(AROG, GORA, Hokkabaz gibi filmlerin yönetmeni öğrencim Ali Taner Baltacı'nın o gecelerin birinde arayıp "Bana ihtiyacınız var mı?" sorusunu hiç unutmayacağım.

Ve asistanım Hayret'le, sekreterim Deniz'in üniversiteye gittiğim her sabah, o gün de tutuklanmadığım için gözlerinde gördüğüm çaresiz ve sessiz sevinci de unutmam.)

O günlerde. Şimdi kabinede bakan olan milletvekillerinden biri aradı ve aynen başlıktaki gibi bağırmıştı:

"Hangi şerefsiz savcı imzasız bir belgeyi dosyaya koyar?"

Dinlemeler nedeniyle, her telefon görüşmesi en az üç kişilik olduğundan, dinleyen üçüncü kişilere açıklama yapmıştım:

"Lütfen tape'lere doğru şekilde girsin. Savcıya şerefsiz diyen ben değilim, dokunulmazlığı olan bir vekil."

O devasa "kumpas" anlaşılınca. Aynı vekil şu itirafta bulunmuştu:

"Biz en büyük hatayı, kapılarımızda o kadar insan beklerken, cemaat mensuplarını hiç bekletmeden odamıza alırken yaptık."

Çok zaman sonra.

O dava kapandı. Annem ilerleyen hastalığıyla mücadeleye ve yukarıdaki soruların cevabını beklemeye devam ediyor.

Süreçte yer alan tüm gazetecilerin suçu, tutuklanan Mehmet Baransu üzerinden kapatılacak mı? "Terör örgütüne yardım ve yataklık suçu" kötü niyetli gazetecileri de içermeyecek mi?

Annem soruyor.

HER DEM...

Çay kültürünün dilimize kazandırdığı en güzel sözcük: dem.

Yıllar yılı gitmeyi en sevdiğim meyhanenin de adı "Dem"di.

İnsanın da demlenmişini severim. Sohbetin de.

Başbakan Davutoğlu'nun, yeni Anayasa için "demlensin" demesine gülümsedim.

AKLIMDA KALAN

Artık "Mor Yağmur" yağmayacak, çok üzgünüm: Prince de öldü. İlk gençliğimin duygusal isyanlarını onun söylediği "Purple Rain" ile yaşadım. Bugün bile canım sıkıldığında "I only want to see you laughing in the purple rain, purple rain..." melodisini fısıldarken bulurum kendimi. "Unchain My Heart"ı söyleyen Joe Cooker da geçenlerde ölmüştü. İlk gençliğimin duygularına eşlik edenler bir bir terkediyor dünyayı. Ve her geçen gün dünya daha sevimsiz, daha ışıltısız bir yer haline geliyor.