Belki haberiniz olmuştur, Çanakkale’de bir genç beşinci kattan atlıyor.
İtfaiyenin açtığı hava yastığına düşüp yaralanınca “Ölmeyi bile beceremedim” diyerek hayıflanıyor.
Bu cümle, mezun öğrencilerimden biriyle birkaç yıl önce aramda geçen diyaloğu hatırlattı.
Öğrencim ısrarla görüşmek istiyordu. En son, “konuşmaya ihtiyacım var” mesajını aldığımda fakülteye gelmesini söyledim.
Geldi. Karşımdaki koltuğa oturdu.
Pırıl pırıl, hırslı, gözleri ateş gibi genç kız gitmiş, omuzları çökük mutsuz biri gelmişti.
Hâl hatırdan sonra anlatmaya başladı.
Fakülteyi iyi notlarla bitirmiş olması işe yaramamıştı. Hak ettiğini düşündüğü işlerde tutunamamış.
“Çok iş aradım, hostesliğe bile başvurdum, boydan kaybettim” dedi,
“Erkek arkadaşım beni bir Ukraynalıyla aldattı.”
Can yakıcı cümleyle anlatacaklarını bitirdi: “İntihar etmeye kalktım, hastanede kurtardılar.”
Odamda huzursuz bir sessizlik dolaştı. Kendisi için ne yapabileceğimi sordum.
Sadece, yaşadıklarını paylaşmak ve fikrimi almak istemiş.
O an bir karar vermem gerekiyordu, ya onu aynı ruh haliyle
gönderecek laflar eveleyip geveleyecektim ya da risk alıp başka yoldan gidecektim.
“Ne duymak istiyorsun” dedim, “gerçekten düşündüklerimi mi, yoksa ne kadar üzgün olduğumu mu?”
“Düşüncelerinizi tabii ki, yoksa gelmezdim” dedi.
“Bak öyleyse” dedim, “Sen başarısız bir kadınsın. O kadar başarısız bir kadınsın ki, ölmeyi bile becerememişsin!”
Odadaki huzursuzluk buz tuttu. Ama durmaya niyetim yoktu.
“Kendini o kadar çok önemsiyorsun ki, hostesliği ‘bile’ ifadesiyle aşağılıyorsun. Başarısız, mutsuz ve sızlanan bir kadınsın, bu halinle sevgilinin seni bir kez aldatmış olmasına sevinmelisin. Senin gibi biri pek çok kez aldatılmayı hak edebilir…”
Sözlerimin burasında, odamdan çıkıp gitmek isteyeceğini sandım, gözlerini gözlerime dikmiş bekliyordu.
“Senin yerinde olsam” dedim, “her sabah aynaya bakar ve en az üç kez ‘ben sıradan biriyim’ derdim. Ne zamanki sen sıradan biri olduğunu kabul edersin, hayat da o zaman seninle uğraşmaktan vazgeçer. Hayat neden sıradan insanlarla uğraşsın ki…”
Üfürmediğimi anlasın diye de kendi hayatımdan örnekler verdim.
“Sıradan biri olduğumuzu kabul ettikçe, iç barışımızı ve iç huzurumuzu sağlayabiliriz. Sistem ne kadar aksini dayatırsa dayatsın, sıradan olmak, fena bir şey değil. Sıradan olmak, tam tersine çok iyi bir şey…”
Konuşmam bitince, kalktı “Bunları duymam gerekiyordu” dedi, gitti.
Şimdi bir işi var çalışıyor, küçük şeylerden keyif alıyor, hayatını talihine kahrederek geçirmiyor.
Üniversitede hoca olmak, kürsüde, öğrencinin zaten pek çok bilgi kaynağından bulabileceği şeyleri anlatmak değil.
Üniversitede hoca olmak, gencecik insanlara alternatif seçenekler üzerinde düşünebilmeyi öğretmek bence.
Yazının başındaki intihara teşebbüs eden gençle, kendi öğrencimi ve daha başka pek çok genci birleştiren duygu: başarısızlık.
Ölmeyi isteyecek kadar kendisini başarısız/beceriksiz hissetmek, çaresiz bir gerçek.
Sistem bu ruh durumunu paraya çevirmeyi biliyor. Örneğin, son yıllarda hızla artan ve çok satan kişisel gelişim kitapları.
Bu kitapların hemen hepsi başarıya giden yolları sıralar. Önerir.
Hep “nasıl daha…” üzerinedir. Kişinin akıl, fizik, koşul vs. kapasitesiyle ilgilenmez.
“Başarısızlık”la baş etmeyi anlatan kitap ise neredeyse yok.
Oysa başarısız olma yüzdemiz, başarılı olma yüzdemizden kat kat fazla.
“Ben Nesli”nin yazarı Twenge, çocukların hep başarılı bir insan olması beklentisine dikkat çeker.
Oysa başarı ve başarısızlığın çocuktan çok, bir dış dünya gerçekliğinden kaynaklanabileceğini ve kimsenin bunun üzerinde durmak istemediğini söyler.
Hatta verdiği pek çok örnekten biri, çok basit, sıradan bir somutluk üzerinedir.
Bir çocuk doktor, hukukçu vs. olmak isteyebilir. Aynı istekte binlerce çocuk vardır ve o mesleklerin eğitimini veren okul/kontenjan sayısı bellidir.
Doğal olarak, istediğine ulaşamayan çocuk/genç sayısı, ulaşabilenlerden çok ama çok fazla.
Ne eğitim sistemimiz “başarı”yı tartışacak kadar ileri görüşlü, ne de
anne babalar “başarısızlık”la baş edecek çocuklar yetiştirecek kadar
cesur…
Yaz bitmeden, FETÖ dışında bir konuya gireyim dedim…
DOST SU GİBİDİR…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, yokluğuna alışamadığım sevgili dostum Erol Olçok’un mezarı başındaki fotoğrafına baktım uzun uzun.
Cumhurbaşkanıyla aramda kederden de olsa ortak bir paydamız vardı.
Dilerim kimse, yanında ruhunu soyunabileceği, yüksek sesle düşünebileceği dostlardan mahrum kalmaz.
Dost eksikliği, su eksikliği gibi bir şeydir. Varlığında değil, yokluğunda hisseder insan.
BEN OLSAM…
Ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerinde olsam, 72 yaşında bir danışman yerine, yaşı 30 ve altında olan danışmanları tercih ederdim.
30 yaşındaki Zafer Çubukçu’yu danışman yapması çok doğruydu.
Dünya yaşlıların ayak uyduramayacağı kadar hızla değişiyor. “Enerji”, “deneyim” kavramının yerini çoktan aldı bile.
AKLIMDA KALAN
Soner Yalçın’ın bizim evdeki
değeri: Yazlığın terasında oturuyoruz.
Masada çaylarımız, telefonlarımız ve Soner Yalçın’ın “Galat-ı
Meşhur” kitabı duruyor. Rüzgârın çay bardaklarını devirmesiyle,
başta babam olmak üzere herkes refleks olarak kitabı kurtarmaya
çalışıyor. Telefonlar ikinci plana düşüyor. Bu müthiş adamın bizim
evdeki değerini anlatabildim mi?