İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın bir icraatının tartışıldığına nihayet şahit olduk. Son birkaç yıldır, Avrupa Kültür Başkenti olmasından dolayı İstanbul'un kültürel etkinlik seviyesini yükseltmek için ciddi paralar harcandı. Ortalıkta dolaşan rakamlara bakılırsa, bu tuhaf ve sevimsiz projelere yüzmilyonlarca dolar harcanmış durumda.
Evet, nihayet bu ajansın bir projesi tartışılıyor dedim. Çünkü ben bu ajanstan sadır olan projeler arasında İstanbul'un yüzünü ağartacak bir proje görmedim. Siz gördünüz mü?
Var mı 2010 Kültür Başkenti dolayısı ile yapılan projelerden hafızanıza kalan bir şey?
Neyse, 2010 Kültür Ajansı’nın yapmadıklarını tartışacak değiliz.
Benim asıl dikkatimi çeken, edebi bir etkinliğin tartışılması değil. Bu konuda zaten birçok gazeteci arkadaş gerekeni söylüyor. Bana tuhaf gelen, kimsenin bu organizasyonun baş kahramanlarına bir şey söylememesi.
Olayın ne olduğunu bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim.
2010 Kültür Başkenti Ajansı ‘Avrupalı Yazarlar Parlementosu’na İslam’a hakeret eden Nobel ödüllü Naipaul’u onur konuğu olarak davet etmiş. Bu davet de haliyle tepkilere neden oldu.
Dikkat ettim, bu tepkiler genelde Naipaul’e gösteriliyor. Bir de üstü kapalı olarak 2010 Ajansı’na.
Bence asıl ilginç olan ise bu organizasyonda görev alanların kimlikleri.
Bu kimliklere baktığımızda eleştiri oklarının aslında bu kişileri hedef alması gerek.
Bunlar arasında en öne çıkan isim Ajans’ın edebiyat yönetmeni muhafazakar mahallenin dindar edebiyatçısı Ahmet Kot.
Yeni Şafak yazarı Hakan Albayrak’ın köşesinde 2010 Ajansı’nın Edebiyat Yönetmeni Ahmet Kot’un bu davetle alakalı açıklamalarını okudum. Tepeden bakan, mahalleyi aşağılayan, mahalleliye "alışmalısınız" dersi verir tarzdaki savunmasını çok yadırgadım.
Aslında yadırgamamam gerekiyordu. Çünkü Ahmet Kot’un ‘alışma’ sürecini çok erkenden başlattığını bilenlerdenim.
Ahmet Kot mahallenin İslamcı ‘Ahmet abi’siydi. Bu abiliğini son zamanlarda entelektüel çalışmalardan ziyade akçeli işlerin kendisine verilmesinde kullanmaya başladı.
Ahmet Kot bildiğimiz dindar muhafazakar entelektüel kimliğiyle, TMSF’nin kontrolündeki Erol Aksoy grubu şirketlerinin başına geçti. Cine5’in kırmızı noktalı yayınlarının devam ettiği dönemde başında artık bir İslamcı entelektüel vardı.
Bu İslamcı entelektüelin yönettiği gruba bağlı Marie Claire dergisi, "içeriği pornografik bir hal aldı" diye eski sahibi tarafından TMSF’ye ‘Benim çıkardığım dergiler kadın-moda dergisiydi. Benim dergimi ne hale getirdiniz’ diye şikayet edildi.
Ahmet Kot’un ‘alıştırma’ süreci hız kazandı. Edebiyat çalışmaları yerini, iyiden iyiye ticari işlerin takibine bıraktı. Dindar kesimin yönetiminde bulunduğu hangi kuruluş varsa; belediye, şirket, her şeyin baskı tasarım reklam işleri Ahmet Kot’la anılmaya başladı. Entelektüellik yerini tamamen ticarete bırakmıştı.
Entelektüel hassasiyetlerin yerini ‘para kazanma hassasiyeti’ alınca, hazırladığınız organizasyonlara kimin davet edileceğinin de bir önemi kalmıyor.
Şimdi söyleyin bakalım: Sizce Naipaul’nun kimliği mi önemli, yoksa onu bu organizasyona davet edenlerin mi? Hangisinin yaptığı Türkiye ve Müslümanlar için daha tehlikeli ve daha saygısızca?
İşte ben bunu anlamıyorum. Niçin kimse işin bir de bu kısmına bakmıyor? Neden herkes kendisine bir zararı dokunmayacağından emin olduğu Naipaul’e çakıyor da, bu daveti gerçekleştiren İslamcı muhafazakar arkadaşlarımıza ses çıkarmıyor?
Bu işlerin boykot bayraktarlığı Hilmi Yavuz ve Cezmi Ersöz ikilisine kaldıysa varın bu memleketin İslamcılarının halini siz düşünün.
Ahmet Kaya erkekliği
Dikkat ediyor musunuz medyadaki yeni kamplaşmanın konusuna? Yeni turnusol kağıdımız Ahmet Kaya. 10 yıl önce olmuş bir olayı almış getirmiş masaya koymuşlar ve insanlardan biat istiyorlar. "Demokrat" olduğunu ispat etmek isteyen Ahmet Kaya sınavına sokuluyor.
Fakat benim bu tartışmada asıl dikkatimi çeken tarafların kimliği. Ne tuhaf bir durum. Nasıl oluyor anlamıyorum. Bu arkadaşlar kendi aralarında anlaşıyorlar mı? Hangi konuya ne tepki koyacakları konusunda. Bakıyorsunuz, Ahmet Kaya’dan özür dilenmesini isteyenler başka bir olayda da aynı saftalar. Veyahut Ahmet Kaya’yı yerden yere vuranlar, başka bir olayda da aynı saftalar.
Mesela Fatih Altaylı’nın ettiği küfürlerden rahatsız olan ekip, Engin Ardıç’ın küfürlerinden rahatsız olmuyor. Diğer taraftan Engin Ardıç için ağzına geleni söyleyenler, Fatih Altaylı için bir şey söylemiyor.
Sizce de tuhaf bir durum yok mu? Neden içlerinden biri bile bizi şaşırtmaz? Neden bu kampa dahil olanlardan biri de bir olayda karşı kampı haklı görmez? Sizce var mı bu işin akla mantığa uyan tarafı.
Altaylı, Ahmet Kaya’ya 10 yıl önce ‘şerefsiz’ demiş. Bugün de, Hz. İsa fıkrasındaki gibi ‘abi ben bugün duydum. Cesaretimi de ancak topladım. Şimdi senden Ahmet Kaya’dan özür dilemeni istiyorum' der gibi bir durumları var.
Tamam, bu işlere bulaşan yeni yetme zibidilerin bu zırvalıklarını anlıyorum da sektörde uzun yıllardır var olan, aklı başında adamlar niçin bu zibidilerin peşine takılıp aynı şeyleri tekrarlar ki? Gerçekten açıklanmaya muhtaç bir durum.