Medyanın Deniz Feneri kapsamında dün yaşananlara karşı gösterdiği sakin, heyecansız, meseleyi önemsemez tavır sizin de dikkatinizi çekiyor mu?
Yoksa ben mi çok abartıyorum olayın boyutunu?
Hem 'merkez medya'da hem de mahalleye yakın gazetecilerin oluşturduğu 'yeni medya'da aynı tutum göze çarpıyor. Hatta özellikle 'yeni medya'da.
Sanırım 'merkez medya' dediğimiz yapı, Başbakan Erdoğan'dan böyle bir operasyona ruhsat çıkmayacağını düşündüğü için şaşkın vaziyette.
AK Parti'ye karşı ellerindeki tek kozun gitmiş olması da bu arkadaşları şaşkınlığa düşüren diğer bir neden.
Öte taraftan 'yeni medya'yı oluşturan arkadaşlarda da neredeyse tek satır yorum yok. Onlar daha bir şaşkın!
Doğrusu ben 'yeni medya'yı oluşturan arkadaşlardan hemen Başbakan Erdoğan'ı bu cesaretinden dolayı alkışlamalarını beklemiyorum.
Ama ortada çok önemli, çok anlamlı, çok esaslı bir adım var. Öyle değil mi?
Hani tüm bu olup bitene “yeni medya'yı susturma operasyonudur" diyecek bir zemin de yok. Çünkü iktidarda 'bizimkiler' var.
Öyleyse neden bu suskunluk?
Sakın yanlış anlamayın. Dün gözaltına alınan kişilerin aleyhine bir yorum beklentisi içerisinde değilim.
Benim merak ettiğim: Medyadaki birçok köşe sahibi gazetecinin yakın arkadaşlarının 'Nitelikli dolandırıcılık' suçlamasıyla gözaltına alınmasına niçin sessiz kaldıkları...
Halbuki ciddi arkadaşlıklar böyle davranmayı kaldırmaz, değil mi?
Arkadaş dediğiniz her şeyinizi bilen ve her şeyini bildiğiniz biridir. Arkadaşlık böyle bir güvene dayalı bir ilişki değil midir?
Peki öyleyse niçin hiç kimse "Gözaltına alınanlarla benim uzun yıllara dayanan bir arkadaşlığım var. Ben hepsini tanıyorum. Bu arkadaşların 'nitelikli dolandırıcılık' yapmayacağına, yapmadığına kefilim" türünden bir yorumda bulunmuyor.
Arkadaşlıklarımızı bugün göstermeyeceksek, ne zaman göstereceğiz ki?
Bir tek Yeni Şafak gazetesi yayın yönetmeni Yusuf Ziya Cömert bir ‘kefalette’ bulunmuş.
O da suçu alt kadronun üzerine atarak arkadaşlarını kurtarmaya çalışmış.
Başka kimseden tek satır yorum yok.
Haksız mıyım?
Arkadaşlık bunu gerektirmez mi?
Yoksa bu iddiaların doğru olma ihtimaline rağmen mi bu arkadaşlık hukuku sürdürüldü? Şimdi adamları 'kendi sorunlarıyla' baş başa mı bırakıyorsunuz?
Gerçekten ilginç bir suskunluk var.
Başbakan Erdoğan bu sefer kendi mahallesinin şaşkına çevirdi.
Hem de çok büyük şaşkınlık.
Bu şaşkınlığın nedenlerini, etkilerini, sonuçlarını hep beraber göreceğiz.
Neyse lafı fazla uzatmayayım. Bu mesele daha çok su götürecek türden bir mesele.
'Nitelikli dolandırıcılık' suçlamasına temel oluşturan iddialar biraz daha netlik kazansın, bu meseleye dair ilginç bir hikayeyi sizinle paylaşacağım.
Eminim yukarıda sorduğum 'niçin bu suskunluk' türü soruların cevabını da bu hikayede bulacaksınız. Hatta daha fazlasını.
Bakanlar Kurulu
Çarşamba açıklanan yeni kabinenin benim açımdan en önemli kısmı hiç kuşkusuz Ömer Dinçer'in Milli Eğitim Bakanlığı'na getirilmiş olmasıdır.
Gerisi teferruattır.
Ömer Dinçer AK Parti içindeki en karakterli, en ahlaklı, en istikrarlı, en namuslu isimlerdendir.
Bir 'dünya görüşü'ne sahip ender siyasetçilerden biridir.
Ahmet Davutoğlu'nun eğitimle ilgilenen versiyonu gibidir.
Bu nedenle Milli Eğitimin böyle bir isme teslim edilmesi eminim şaşkın vaziyetteki Milli Eğitime bir rota kazandıracaktır.
Evet, biraz iletişim sorunu vardır. İçine kapanıktır.
Ama Dinçer'in vizyonunun bu eksilerini gidereceğini düşünüyorum.
Tek üzüntüm ise Nabi Avcı gibi hem entelektüel nitelikleriyle, hem insanlık kalitesiyle öne çıkan; nezaketinden, beyefendiliğinden, muhabbetinden dost düşman herkesin etkilendiği dünya tatlısı bir iletişimcinin kabinede yer almamasıdır.