Medya, Erbakan ve bir anı

Medya, Erbakan ve bir anı

Erbakan hocanın ölüm haberini duyduğumda aklıma ilkin bugünlerde medya mensuplarına yapıldığı ileri sürülen ‘baskı’ tartışmaları geldi.

Ve Erbakan-medya ilişkileri gözümde canlanınca kendi kendime  “Bu gazetecilerin bugün gördükleri muamele az bile” dedim.

Ortalıkta “Medyaya baskı uygulanıyor” diye feveran edenlerin büyük kısmı uzun yıllar boyunca Erbakan’a büyük haksızlık, adaletsizlik, saygısızlık etti.

Yerleşik medyanın; bir siyasi lider ve onun temsil ettiği camiaya estirmediği terör, yapmadığı çirkinlik, uygulamadığı baskı kalmadı.

30 yıl boyunca Erbakan’a ‘öteki’ muamelesi çekildi.

Erbakan’ın ölümü üzerine atılan hakşinas(?) manşetlere bakmayın. Zamanında, Erbakan ve onun temsil ettiği camia karşısında en küçük nezaket kuralını bile göz ardı ettiler.

Ellerindeki medya gücünü kendilerinden olmayan, kendileri gibi düşünmeyen herkesi yok etmek, küçük düşürmek, onlara hakaret etmek için kullandılar. Yeri geldi askerle ittifak yaptılar, yeri geldi yargıyla. Kimin ne kadar var olacağına ‘otoriter’ medya karar veriyordu.

Erbakan Hoca’dan bahsederken “Badem bıyıklı, takunyalı” gibi aşağılayıcı ifadeler kullanıyorlardı. Medya mensubu gibi değil, muhalif bir militan gibi konuşuyor, yazıyorlardı.

Erbakan’ın şahsında bir camiaya hayatı zehir ettiler.

Toplumsal barışa en ufak bir katkı sağlamaya çalışmadılar.

Şimdi aynı medya ve mensupları “Bize haksızlık yapılıyor, basın özgürlüğü elden gidiyor, özgür basın susturuluyor” diye feryat ediyor. Anlayacağınız medya yıllardır ektiğini bugün biçiyor.

Erbakan Hoca ile gazete projesi.

Merhum Erbakan hoca ile unutamadığım bir anım var. Bu tatlı aynı zaman da anlamlı bulduğum hikayeyi sizinle de paylaşmak istiyorum.

Çok erken yaşlardan beri bir hayalim vardı.  Günlük bir gazete ve bir de TV kanalı kurmak. Bu proje tek derdim, tek heyecanım, yaşam için neredeyse tek enerji kaynağımdı.  Koltuğumun altında veyahut arabamda her zaman dosya halinde bir gazete ve TV projesi için fizibilite raporları bulunurdu. Her yerde bu projeyi konuşur, anlatırdım. Heyecanlı tutumumu gören Fazilet Partisi yöneticilerinden Şeref Malkoç beyefendi, bu projelerden Erbakan Hocaya da bahsetmiş.

2002 yılının sanırım Ocak ayıydı. Ankara’dan telefon geldi. Bir davet telefonu. Kibar bir beyefendi “Efendim, Erbakan Hocam sizi filan gün Ankara’da toplantıya bekliyor” deyince ayaklarımın yerden kesildiğini hissettim. Çünkü Şeref Bey gazete projesinden Erbakan Hoca’ya bahsettiğini ve Hoca’nın projeyle çok ilgilendiğini yakında beni çağırabileceğini söylemişti.  

Görüşme günü gelene kadar kafamda neredeyse gazeteyi çıkarmış, birkaç yüz binlik tiraja da ulaştırmıştım.

Büyük gün geldi. Ankara’ya gittim. Görüşmenin olacağı adrese vardığımda baktım bekleme salonu biraz kalabalık. Önce bir anlam veremedim. Hoca’nın asistanına “Erbakan Hoca ile randevum var” dedim. Asistan “Bu salonda gördüğün herkesin randevusu var. Toplantı birazdan başlayacak” deyince hayal kırıklığına benzer bir şaşkınlık yaşadım.

Salonda bekleyen yaklaşık 35-40 kişiye bakınca bunun bir gazete projesini konuşma toplantısı değil ‘Hoca’nın anlamsız toplantılarından’ biri olduğuna kanaat getirdim ve moralim bir hayli bozuldu. Toplantıya katılmadan çıkıp gitmeyi bile düşündüm…

Toplantı ve orada konuşulanlar beni gerçekten şoke etmişti. Katılanların kabalıkları, bu kabalıklara Erbakan Hoca’nın gösterdiği nezaket, katılımcıların beklentileri, olaylara yaklaşımları, ‘kurtuluş’ için dile getirdikleri öneriler gerçekten şaşırtıcı dereceden reel dünyadan kopuktu.

Herkes söz alıyor, kendince ‘Türkiye’nin kurtuluşu’  için ‘çözüm’ öneriyordu.

Ama ne öneriler.

Elimi kaldırdım ve söz istedim. Erbakan Hoca “Buyurun” diyerek beni kürsüye  davet etti. “Bugüne kadar bu mahalleye yakışan” içerikte, yaygın ilgi gören bir gazete ve TV olmamasının sorumlusu olarak da Erbakan Hoca’yı görüyordum. Gençlik heyecanları eşliğinde önce Erbakan Hoca’ya sonra da salondakilere sert eleştirilerde bulundum.

“Yıllardır milyonları temsil ettiğinizi söylüyorsunuz ama hala 50 bin satan bir gazeteniz bile yok. Bizim gazetelerimiz niye satmıyor? Neden medyada gerekli etkinliği gösteremiyoruz. Halkı anlamadığını iddia ettiğiniz kesimlerin TV’leri niçin daha çok izleniyor? Neden kimse medya meselesini dert etmiyor?..” diye söze girdim. Son cümle olarak da “Yıllardır konuşuyorsunuz, artık konuşmaktan vazgeçin, daha anlamlı ve daha karşılığı olan işler yapalım” dedim. Çünkü bana göre en anlamlı iş, medyada etkin bir güç sahibi olmaktı.

Salonda büyük bir şaşkınlıkla beraber sessizlik oluştu.

Tam salonu terk edeceğim sırada yine Şeref Malkoç beyefendinin “Ayıp olur” uyarısı üzerine oturmak zorunda kaldım.

Erbakan Hoca mikrofonu aldı, bana nazik bir cümleyle  cevap verdi ve diğer konuklara söz vermeye başladı.

Salondan hayal kırıklığıyla çıktım. Canı sıkkın bir vaziyette Şeref Malkoç beyle durum değerlendirmesi yaparken, bir delikanlı koşarak geldi “Cenk bey Erbakan Hocam aşağıda yemek salonunda sizi bekliyor” dedi.

İçimden kendi kendime “Hay Allah, Hoca şimdi fırçayı basacak” diye düşünerek aşağıya gittim. Baktım, Hoca’nın yanında Recai Kutan, Şevket Kazan gibi partinin önemli isimleri var. Beni tam karşısına oturtup, “Evet Cenk bey kardeşim hoş geldiniz” diyerek uzun uzun gurur okşayıcı sözlerle beni tanıdığını, yaptığım işleri beğendiğini belirtti. Nazik, asil cümleler kurarak beni hayli rahatlattı. Yaptığım eleştirel konuşmaya rağmen Erbakan Hoca’nın gösterdiği yakın, sıcak, onurlandırıcı  tutumunu görünce gerçekten asaletin insan için vazgeçilmez bir haslet olduğunu anladım. Asaletle nezaket bir arada olunca insanı nasıl değerli kılıyor onu da orada gördüm.

Erbakan Hoca’nın günlük bir gazetenin nasıl çıkarılacağına, kaç satabileceğine, satışının nasıl organize edileceğine, tiraj sorununun nasıl çözüleceğine dair sorularını tek tek cevapladım. Şeref Malkoç beyefendiye dönerek “Şeref Bey, yarın sabah 11’de Cenk Bey kardeşimle beraber eve gelin bu meseleyi orada ayrıntılı konuşalım” deyince ayaklarımın tekrar yerden kesildiğini hissettim.

O gün heyecandan uyuyamadım. Gece boyunca; kimlerin yazabileceğini, kaç sayfa olacağını, kağıt kalitesini… planlayarak sabahladım.

Sabah, Erbakan Hoca’nın evine gittim.

Şeref Bey de orada.

Hoca her zamanki nazik üslubuyla hal hatır faslından sonra birden konuyu Milli Gazete’ye getirdi.  “Evet Cenk Bey kardeşim söyle bakalım bu Milli Gazete’nin tirajını nasıl artıracağız” diyerek benim yeni gazete projemle ilgilenmediğini, aslında derdinin Milli Gazete’nin tirajını artırmak olduğunu ortaya koydu.

Ben pes etmeye niyetli değildim.

Eğildim çantamdan hazır bulundurduğum fizibilite raporunu çıkardım. Ve “Hocam, Milli Gazete bu saatten sonra düzelmez. Ne kadar uğraşsak da itibar iadesi sağlayamayız. Bizim yeni ve daha itibarlı bir gazete çıkarmamız lazım. Bakın ben hazır raporumu da getirdim” diyerek raporu Erbakan Hoca’ya uzattım.

6 sayfalık raporun tamamını okudu. Sonra kağıtları masaya koydu ve bana Milli Gazete projesinin neden başarısız olduğunu eski hikayeleri de örnek vererek anlattı.  Çok samimi bir ortam oluşmuştu.

Sonra “Evet  haklısın yeni bir gazete çıkarmamız lazım” diyerek beni Milli Gazete’ye çekme isteğinden vazgeçti.

Hoca yeniden sorular sormaya başladı. Ama bu sefer daha ilgiliydi. Kimlerin yazabileceğini, kaç satabileceği, yapının nasıl kurulacağını iyice anlamaya çalıştı. Sonra “Tamam” dedi, “senden yeni bir rapor istiyorum. Milli Gazete imkanlarının sağlayacağı katkıyı da toplam giderlerden düşerek yeni bir iş akış planı hazırlayabilir misin’” dedi. “Tabii ki hazırlarım” dedim. “Eğer sizin içinde uygunsa ben bu akşam raporu burada hazırlayıp yarın size sunayım ondan sonra İstanbul’a döneyim olur mu?” diye sordum. Hoca randevu defterine bakarak bana yarın için bir saat ayarladı. Ama şaşkınlığını da gizleyememişti.

Raporu o akşam hazırladım. Fakat fark ettim ki Erbakan Hoca’ya verdiğim ilk raporda bir toplama hatası yapmışım. Maliyetleri 250 bin USD az göstermişim. Dolayısıyla, yeni rapor ilk rapora göre daha düşük maliyette olması gerekiyorken, rakamlar neredeyse aynı çıktı.

Ertesi gün yine Erbakan Hoca’nın evine gittim. Raporu Hoca’ya takdim ettim.

Hoca başladı okumaya. Okudu bitirdi. “Nasıl olur” dedi, “maliyet hiç düşmemiş?”

Mahcup bir halde “Hocam size dün verdiğim raporda küçük bir toplama hatası yapmışım. Hatayı düzeltince de buradaki rakam düşmedi” dedim. Hoca hayatımda hiç unutmadığım şu cümlesini patlattı: “Pek muhterem kardeşim senin de en küçük hatan 250 bin USD” deyip hayatımın dersini vermişti bana.

Uzun uzun eski günlerdeki medya ve yeni ihtiyaçlar üzerine sohbet ettik. Muhabbetin sonunda Hoca “Peki, senden son bir rapor daha istiyorum” dedi. “Bu rapor nakit akış planı olsun. Benden ne zaman ne kadar para istiyorsun? Ayrıntılı yaz getir. Son kararı ona göre verelim” dedi.

“Ne zaman geleyim, şimdiden gün belirlememiz mümkün mü?” diye sordum. Hoca yuvarlak bir şekilde “Bu hafta çok yoğunum haftaya yapalım” deyince “Peki Hocam, haftaya hangi gün saat kaçta?” diyerek Erbakan Hoca’yı biraz sıkıştırdım. Hoca biraz da nezaketinden olsa gerek fazla diretemeden bana bir gün ve saat verdi ve ben İstanbul’a döndüm.

Üçüncü raporu hazırladım. Randevu günü ve saatinde Hoca’nın evindeydim.

Raporu verdim. Okudu. Yeni gazete için yapılacak tanıtım kampanyaları üzerine yaptığımız sohbetin ardından Erbakan Hoca “Cenk Bey kardeşim bana 2 hafta müsaade et. Ben kararımı vereyim. 2 hafta sonra İstanbul’a geleceğim. Orada görüşür, bu meseleye son noktayı koyarız” diyerek toplantıyı bitirdi.

İstanbul’a döndüm başladım Hoca’dan haber beklemeye. 2 hafta geçti. Bayramın 3. günüydü. Bir telefon geldi:  “Hocam yarın sizi Hidiv Kasrı’nda şu saatte toplantıya bekliyor.” Yine heyecanım artmış bir halde toplantıya gittim. Bir de baktım ki toplantı Ankara’daki toplantının İstanbul versiyonu. Aynı katılımcılar, aynı konuşmalar, aynı kurtuluş reçeteleri. Sadece tebessüm ederek dinledim ve çıktım. Çıkarken Erbakan Hoca “Seni unutmadım arayacağım” diyerek beni yolcu etti.

Benim gazete çıkarma hayalim böylece bir kere daha suya düşmüştü.

Sonra Erbakan Hoca’dan birkaç kez mahcubiyet belirten mesajlar aldım. En sonunda da “Gazete işini sonra yapalım, gel TV5’in başına geç” diye bir haber yolladı.  “Olur” dedim. Ama Oğuzhan Asiltürk ve ekibi, Numan Kurtulmuş’un işine yararım diye bana engel oldular. Hoca’yı benimle ilgili kararından vazgeçirmek için hakkımda uydurmadıkları iftira kalmamıştı. Erbakan Hoca, Oğushan Asiltürk’ü ikna edemedi. Ve benim Erbakan Hoca ile medya maceram da böylelikle başlamadan bitti.

Hiç kuşkusuz Erbakan Hoca’ya kızılacak, eleştirilecek birçok husus var. Yaklaşık 40 yıllık yolculuğun yapılanlarıyla, yapılmayanlarıyla ciddi analize ihtiyacı var.  Ama ben bugün bunları değil, Erbakan Hoca’nın sebatını, heyecanını, komplekssiz tutumunu, asaletini, nezaketini, babacan üslubunu kadirşinas tavrını, büyüklüğünü ön plana çıkarmak istiyorum.

Allah gani gani rahmet eylesin.