Onunla ilgili düşüncelerimi sıralamalıyım önce.
O benim, televizyonum olsaydı emanet etmek isteyeceğim kadar mesleğine, karakterine güvendiğim biri.
Sadece işini yapar, iyi yapar.
Öğrencilerimin birlikte çalışma hayali kurduğu bir programcı/haberci.
Mütevazı. Sade. Beyefendi.
Patronlarının teknesine garson kiralamaz. Yalakalık yapmaz.
Haberin mutfağında yemek pişirir, o yemeği servis edenlerin aldığı paranın ancak onda birini alır.
Medyanın atsız şövalyesi: Rıdvan Akar.
CNN Türk’te işine son verildi.
Haberde okudum. Medyanın bu beyefendi emektarına haber bile vermeden programları kaldırılmış. “Up in the Air” filmindeki gibi “insan kovucu aracı kurumlar” bile daha insani olurdu.
Tamam her şeyin satıldığı bu pazarda, her şeyi sattık da, nezaket bari maliyetsiz olduğundan cepte kalsaymış. Kalmamış.
Haberini okudum ve ilk sözüm şu oldu: “Kardeşim, vasatlık içinde fazla kaliteli kaçıyordun zaten.”
Konuştuk, hiç birini buraya yazamam. Ama incindiğini yazabilirim.
Onun değerini gösteren şu cümlelerini koyabilirim: “Nurancım, çalıştığı medya kurumundan ayrılınca, o kurum için olumsuz şeyler söyleyenlerden olmak istemiyorum.”
Bense sadece şunu söyleyebilirim: Medyanın görünen yüzünden daha beter, görünmeyen yüzü var.
Ucuzluğun öne çıktığı, kalitesizliğin kalite gibi sunulduğu sosyete pazarı kıvamlı medya ortamında sana yer olmazdı be Rıdvan.
SİYASAL İLETİŞİM BUDUR!
Başbakan Erdoğan öyle bir soru sordu ki, “İşte iletişiminin özeti budur” dedirtti, ağzım açık kaldı.
Ne kadar kızarsanız kızın, sevmezseniz sevmeyin Erdoğan bir iletişim sihirbazıdır.
Biz iletişimcileri, özellikle de bilgiyi ararken duygularına kapılmayanları kaç kez “Bu kadar da olmaz” hayretine düşürmüştür.
Benzeri ancak ABD’den çıkar. Arkalarında dev bir danışman kadrosu bulunur.
Kadrodan başka bir de bu işe yatkınlık diye bir şey olması gerek. Eğer adamda ışık yoksa, danışmanın şahı gelse yapacakları bir yere kadar olur.
Mesela siyasal iletişimde “tersine çevrim” yöntemi var. Olumsuz bir durumu olumluya çevirme refleksi.
Nixon’un seçim kampanyasında usulsüz para yardımı aldığı ortaya çıktığında televizyon ekranlarından karısının devlet malı kumaştan giyindiğini, köpekleri Checkers’dan gözyaşları içinde söz edip kendisini kurtardığı bilinen olaydır. İletişim tarihine “Checkers söylevi” diye geçmiştir.
Biz bunu gündelik dilde “Yaptım ama sor bakalım niye yaptım?” yöntemi olarak biliriz.
Erdoğan’ın Milli Takımlar Kamp ve Eğitim Tesisleri’nde sorduğu soru bir tersine çevrim örneği olarak akıllarda durmalı.
Spor camiasına sordu: “Beş-altı milyon nüfusu olan ülkeler Dünya Kupası’nda. 76-77 milyon nüfusu ile Türkiye niye yok?”
Haydaaaa!
Normal bir durumda, ortamda hepimizin Başbakana sorması gereken soruyu, kucağımızda buluverdik.
Sporda başarısızlığın sorumlusu, sporcular mı, yoksa her biri dev cüsseleriyle kapı önlerini tutmuş, spor dünyasının yöneticileri mi?
Federasyonlara kimi istiyorsa seçtiren kim?
Babasının bile “şirketlerimden uzak dursun da üzerine para vermeye hazırım” dediği adamları Federasyon başkanı yapan (seçim falan hikaye) kim?
Sporcu kazanmak mantığını sporcu harcamak mantığıyla değiştiren, kayda değer az sayıdaki sporcudan biri olan Süreyya Ayhan’ın yeniden kazanılmasını başaramayan kim peki?
Başarının yolunun yabancı transferinden geçtiğini düşünen, kendi sporcularını hor gören bir yığın zibidiyi kulüplere, medyaya doldurup soytarıları alkışlatanlara sorulacak soruyu hiç dahli yokmuş gibi ortaya atıvermek.
Ben diyorum ki, siyasal iletişimde başarı işte budur.
AKLIMDA KALAN
“Beyaz köşk” önerisi: Çankaya Köşkü’nün adı bundan böyle “Beyaz Köşk” olsun. Gül döneminde Köşk’ün web sayfası hık demiş Beyaz Saray’ın burnundan düşmüştü. Şimdi de Erdoğan’ın Köşk kampanyasının logosu, Obama’nın logosundan ilham alınarak yapılmış. Zorlamaya gerek yok. Değiştirelim.