Karakter sorunu...

Karakter sorunu...

"İmaj Yönetimi" derslerinde çetrefilli konular arasındadır; karakter, kişilik, kimlik kavramlarının yer aldığı başlık.

"Karakter", en basit anlamıyla "bireyin davranışta bulunma biçimi"dir.

Yani. Bir eylem şarttır, ortaya çıkması için.

Benzer durumlara benzer davranışlarla karşılık veriyorsan. Tutarlı bir karaktere sahipsindir.

Dün aynı masada yemek yediğin insanı, bugün çok ucuza satıyorsan.

Dün öve öve bitiremediğin birini bugün söve söve anlatıyorsan.

Dün "kötü" dediğin bir durumu bugün olumluyorsan.

Tutarlı bir açıklaman varsa, karakterinde sorun yoktur.

Tutarlı bir açıklaman yoksa karakterini ara ki bulasın.

Şimdi. Bu kriterlerden yola çıkarak medyamızda görev yapan gazetecileri karakter analizine tabi tutabiliriz.

Öyle yaparsak, karşımıza hangi tanımlar/sıfatlar çıkar? Sıralayalım;

Dönek. Taklacı. Yalaka. Satılmış. Yavşak. Yandaş. Asalak.

Bir meslek düşünün ki mensuplarının önemli bir kısmı bu sıfatlarla tanımlanıyor. O meslek güvenilir haberler üretebilir mi?

Üretemez. Orada artık bir meslekten söz edemeyiz, olsa olsa karakter pazarıdır bu. Parayı koyan karakteri alır.

ONLAR AYDINSA BEN DEĞİLİM!

21 "aydın" bir bildiri yayınlamış. Özetle, "demokratik hassasiyetlerimiz için sandık başında olmalıyız" diyorlar.

İçlerinde Altan kardeşlerden biri, Şahin Alpay, Orhan Kemal Cengiz, İhsan Dağı, Ertuğrul Günay, Kadri Gürsel, Ayşe Hür vs. var.

En sık söylediğim cümlelerden biridir, Akşam gazetesine manşet olmuşluğu da vardır: "Bu ülkenin aydından yana hiç şansı olmadı."

Bu 21 zatın imzaladığı metni, imza için önüme koysalardı, buruşturup çöp kutusuna basket atardım.

Demokratik hassasiyetlerimiz için oy vermeliymişiz!

Madem "aydın" sıfatından bildiri imzalamışsınız, sormak gerekmez mi o zaman, hangi demokratik hassasiyet pardon?

Bir tarafta medyayı da, gündemi de boydan boya kaplamış, tek seçenek algısı yaratmış Erdoğan var.

Demokratik hassasiyet, eşitleyici kriterler koymaz mı?

Diğer tarafta, Ekmeleddin Bey var. Kendisini aday gösteren siyasi partinin seçmenlerinin hiç onaylamadığı niteliklere sahip.

Kampanya koşullarınız eşit olmayacak.

Seçmenin yüzde 50'si kendisini temsil edecek adaydan mahrum kalacak.

Ve üstelik. Hiç onaylamadığı bir adaya oy vermediği için vatan haini ilan edilip psikolojik baskı altında kalacaklar.

Seçeneğinizin olmadığı bir seçime demokratik hassasiyet gerekçesiyle zorlanacaksınız.

İstemediğimiz adaya seçmeme özgürlüğümüzü dilinizle gasp edeceksiniz.

Madem demokratik hassasiyetten söz edeceğiz. Edelim;

Demokrasi, gerçek bir seçenekler havuzu sunmaktır. Seçenek varmış gibi yapmak değildir.

Demokrasi, kampanyaya harcanan paraların kuruş kuruş hesabını vermektir.

Demokrasi, oy vermek kadar boykot edene de saygı duymaktır.

Ve. Dolayısıyla.

Bildiri imzalayan bu 21 zat aydınsa, ben değilim arkadaş.

ALKIŞLAR MURAT ÇELİK'E...

Adnan Berk Okan'a özendim. Eski program arkadaşım Murat Çelik'i alkışlamak istedim.

Büyük kulüplerin, ilkeleri unutmuş, tek amaçları para olmuş yönetimlerini öyle güzel eleştirmiş ki köşesinde, okurken "bunu ben yazmalıydım" dedim.

Beşiktaş'ın İbrahim Toraman'a, Galatasaray'ın Sabri Sarıoğlu'na yaptığı çirkinlikten söz etmiş Murat.

İki kulübün de, kaptanlarını kapının önüne koyuş şekli futbolu çirkinleştirecek türden.

İyi yönetilen bir kulüp ya her önüne geleni kaptan yapmaz ya da kaptan yaptığı adamı gözden çıkarmak yerine gönlünde yükseltir.

KİM YAPIYOR BUNU?

Meryem Uzerli. Nam-ı diğer Hürrem Sultan. Gün geçmiyor ki, magazin sayfalarında haberi çıkmasın.

Kadın Almanya'ya gideli sene oldu, halâ onla yatıp onla kalkıyor medyamız.

Meryem Uzerli saçını boyattı, haber. Bebeğinin parmağı göründü, haber. Annesiyle pazara gitti, haber. Çocuğunun babası zaten haber. İçimiz dışımız Uzerli ve bebeği oldu.

Her kim ki, kendisinin medya ilişkileri yöneticisidir, bilmek istiyorum.

AKLIMDA KALAN

Tutarlı bir hayat felsefen varsa, başarısız olman zordur saptaması: Modacı. Hüseyin Çağlayan. Ayşe'ye konuşmuş. Çağlayan'ın sosyal medyayla ilgili düşüncelerini okurken içimi, "bir kişi daha benim tarafta" duygusu kaplıyor. O sırada telefonum çalıyor. Arayan sevgili arkadaşım Özay Şendir. İlk cümlesi "Yaaa kuzum, sen neden Facebook'ta yoksun?" Ben de sadece Face'de değil, Twitter'da, Instigram'da vs. de olmadığımı söylüyorum. Özay, Kanal 24'te "Tıkırtı Gazetesi"ni yapıyor, sosyal medya konuşuyorlar. Benim o yapay kalabalıkta olmayışıma sızlanması doğal. En çok "Sizin gibi bir iletişim hocası nasıl sosyal medyada olmaz?" sorusuna kızıyorum, yanıtım çabuk ve açık: "İletişim hocası olduğum için." Özay'la konuşmamız bitince Hüseyin Çağlayan'ı okumaya devam ettim: "Onlara (sosyal medya) vakit ayıracağıma daha ilham verici bir şey yapmayı tercih ederim. Bence insanlar o kadar fazla sosyal medyaya yoğunlaşıyorlar ki, başka bir şey yaratmaya vakitleri kalmıyor." Çağlayan, ağzından bal akarcasına sosyal medyayla boş hayatın boşluğunun kutlandığını söylüyor. Ve devamını web sitemdeki "Haftanın Dersi" köşesine koyacağım cümlelerinden biri: "İşi gücü olmayanların ya da fazla vakti olanların takıldığı yerler gibi geliyor bana..." Uluslararası başarılara sahip bir modacı olan Çağlayan'ın bu sözlerine iç sesimle yanıt veriyorum: "Bana da öyle geliyor."