Güzel bir Haziran sabahıydı.
Güneş ne Temmuz ve Ağustosta olduğu kadar yakıyordu…
“…. süreç esnasında basında medyada öyle bir hale ulaştı ki, sanki böyle bir olay yaşanmamış, bir kadın darp edilmemiş, bir çocuk bundan zarar görmemiş gibi hakkımda suçlamalar yapıldı ve ben kendimi savunmak durumunda kaldım. Ben o acıları yaşadım ve yaşadığım bu acıların büyüklüğü bana yeter. Bunu kimseye ispat etmek durumunda değilim. Bana zaten inanmak istemeyen inanmayacaktır. O görüntüleri ilahi bir kamera olup tepeden kaydetse bile inanmayacaklardır" Ben Hanımefendi’ye inanıyorum… Nitekim aldığı Adli Tıp raporları da söylediklerini doğruluyor… Ama… Kabul edemediğim şu… Hanımefendi neden olayı o kadar abarttı?.. Niçin hayalinde kendisine saldıranlar için fantastik tipler yarattı?.. Tarif ettiği gibi tipler (Vücutlarında dövmeler olan 70-100 kadar üstü çıplak, deri eldivenli erkek), bırakın kendisine saldırmış olmayı, oradan geçmekte bile olsa görüntülerinin alınmamış olması mümkün müydü?.. Bence Hanımefendi o gün oradan geçmekte olan yurttaşlara bir televizyon kanalına çıkıp çağrı yapsın. Mutlaka içlerinden birileri o tipleri cep telefonuna veya tabletine kaydetmiştir… Onlardan yardım istesin… Eğer öyle birileri çıkmayacaksa… Eğer MOBESE’lerde Hanımefendi’nin tarif ettiği tipte insanlar yoksa doğru söylemediği kesinleşecektir… Ki… Saldırıya uğraması ne kadar kabul
edilemezse… Milyonlarca Ak Partili seçmeni tahrik amaçlı üretildiği açık olan “Darpçı Tiplemeleri” de o kadar vahim… Oysa Hanımefendi’nin hayali tip çizmesine hiç gerek yoktu… Saldırıya uğramış olması şikâyetçi olması için yeterliydi…
|
Ne de Nisan ve Ekim’de olduğu kadar serin bir ürperticilikteydi.
Hafifçe esen rüzgâr denizde birbirleriyle kediler gibi oynaşan dalgacıklar oluşmasına yol açıyordu.
Her biri aynı anda görünmeyen üç ya da dört tane yunus, küçük teknelerle oynaştı.
Deniz üstünde gökkuşağı şeklinde bir yay yaparak havalandılar, sonra denize daldılar.
Bu coşkulu tabloyu büyük bir huzur içinde seyreden genç kadın henüz altı aylık bebeğiyle ilkyazın tadını çıkarmak istiyordu denizin kenarında hafif bir yürüyüş yaparak.
Tek başına veya grup halinde hafif bir ritimde yürürken aralarında yüksek sesle sohbet edenlerin üzerlerinde gezdirdi gözlerini…
Hayatlarında başka hiç kimseleri yokmuşçasına bezgin ifadeler ve asık yüzleri, boş bakışlarıyla köpeklerini gezdirenler, ya da köpeklerini bahane edip birbirlerine yaklaşmaya çalıştıklarını tahmin ettiği karşı cinsler de olabileceğini düşünüp gülümsedi.
Sonra da kendi kendine güldüğünün görülüp görülmediğini anlamak için gözlerini çevrede gezdirirken bebeğinin üzerine eğildi…
Saçları hafifçe terlemişti.
İşte tam da o
sırada...
Kalabalık bir gurup erkek ellerinde sopalarla kendisinin de olduğu
yöne doğru koşmaya başladılar.
Bir yandan da Başbakan ve Hükümete yönelik eleştiriden öte küfür ve hakaret içeren sloganlar atıyorlardı.
Gelenler taze alınmış bir istihbaratı değerlendiriyor gibiydiler.
Doğrudan ve önceden planlamışlar gibi genç kadının üzerine yürüdüler.
En öndeki sırada bulunan ve grubun önderi olduğu tahmin edilen 1.85 boyunda, iri kafalı, o sıcak sayılabilecek havaya rağmen siyah dik yaka yün kazak giymiş iri kahverengi gözlü bir adam, “Gezi parkında kapitalizmin egemenlerinin, yobaz dincilerin inşaatçılık oynamalarına izin vermeyeceğiz. Bütün gericilere ölüm!” diye bağırdı elindeki sopayı sallayarak.
Sopa genç kadının sol omzuna geldi önce…
Hemen akabinde aynı kolunun dirseğinin kırıldığını zannetti şiddetli sopa darbesinden.
Az sonra bu defa bir başkası geldi ve neredeyse başını ters yönde çevirecek kadar şiddetli bir tokat attı.
Vuranın yüzünü bile göremedi.
Aynı anda babasından dinlediği ve ölenlerin olduğu 6. Filo protestoları geldi.
Bir benzeri olabilir ve bu arada yavrusuyla kendisini de öldürebilirlerdi.
Arkadan gelenlerden de birkaç darbe yedi…
Bu arada saldırganlardan biri önce kendisinin sonra da bebeğinin üzerine işedi…
Ve yine Başbakan’a küfürler, hakaretler yağdırarak çekip gittiler.
Evet efendim…
Dikkat ettiyseniz bu haberin içinde “başörtüsü” yok…
Deri eldivenli, üzerleri çıplak, başları bandanalı adamlar da yok…
Ama…
Saldırganların Gezi Parkı protestocularından oldukları aşikâr…
Şimdi…
Geleyim asıl konuya…
Bu haberde saldırıya uğrayan kadının başının örtülü olması veya olmaması olayın vahşetini yumuşatır mı?..
Hayır…
Balçiçek’i
anlayamıyorum… Arkadaşlar!.. Gazeteciyi gazeteci yapan kuşku duyma yeteneğinin sıradan insanlardan daha yüksek oluşudur… İşte o kuşku yeteneğidir art arda gelen soruları üreten güç… O kuşku yeteneğiyle muhatabın ağzından lâf alınır… Mağdure kardeşimiz inançları gereği kendisine saldıranları o tarif ettiği tipte görmüş olabilir… Modern tıp, “Halüsinasyon”görülmüş olabileceğini kabul ediyor… O genç kadın da o anda Halüsinasyon görmüş olabilir… Benim aklımın almadığı işte o nokta… Hele Balçiçek’i hiç anlayamıyorum… Diğerleri sormasa Balçiçek mutlaka“Halüsinasyon görmüş olmayasınız?” diye sormalıydı… Anladığım kadarıyla sormamış… Ama diyorum ya… Saldırıya uğrayanın başörtülü olması… Saldırganların tipleri umurumda bile değil… Ortada bir adli Tıp raporu var… Ve o rapor bir saldırının olduğunu, genç kadın ve bebeğinin yaralandıklarını gösteriyor… Az veya çok… O halde öncelik saldırganların tespit edilip bulunmasında, yargılanmasında olmalıdır… Ve sonra da… Elbette eğer kasıtlı söylenmiş bir yalan varsa… Hem yalanı söyleyen hem de o yalana sarılıp toplumu karşıtlarına karşı tahrik edenler özür dilemelidirler… Genç kadın Halüsinasyon gördüğünü itiraf ederse de özür dilemek tabii ki o soruyu akıl edemeyen meslektaşlarımıza düşüyor…
|
Bu haberdeki saldırganların ellerinde deri eldiven olmaması, üzerleri çıplak değil de giyinik olması ve başlarına bandana bağlamamış olmaları olayın zalimliğinden bir şeyler alıp götürür mü?..
Yoooo…
Peki o halde mağdure neden fantezi yapmak ihtiyacını duydu?..
Niçin ancak Hollywood filmlerinde görülecek bir sahne yazdı hayalinde?..
Yoksa mağdure asla görmediği o kılık ve kıyafetleri anlatmadı da meslektaşlarımızdan biri mi “uydurdu”?..
Mağdureye ise kendisine ezberletilen repliği söylemek mi kaldı?..
Her zaman söylüyorum, yazıyorum; bundan sonra da yazacağım, söyleyeceğim:
“Medyanın ilkeleri çıkarlarıyla hiç çatışmaz… Gazeteci milleti (Elbette hepsi değil) olayları gördükleri gibi değil, anlatmaları gerektiği gibi anlatırlar okurlarına...”
Şu Kabataş olayında da neden aynı şeyin olmuş olabileceğini düşünmüyoruz?..
Niçin sadece mağdurenin “yalan” söylediğini düşünüyoruz?..
Ve…
Başbakan bu olayı niçin “Başörtülü kadın” teması üzerinden aktarıyor?..
Saldırıya uğrayan kadının aidiyeti mi değerli?..
Yoksa “İnsan” olması mı?..
Başörtüsüz olsaydı saldırıya uğrayan kadın…
Saldırganlar çıplak değil de giyinik olsaydı…
Ellerinde deri eldiven, başlarında bandana olmasaydı…
Ama…
Yine de Gezi Parkı protestocuları olarak anılsaydı…
Saldırının vahameti azalacak mıydı?..
Başbakan seçmenlerini tahrik edemeyecek miydi?.
İktidar gazetecileri okurlarını daha az mı etkileyeceklerdi?..
Evet…
Olayın aksettiriliş biçimine baktığımda aklıma şu geliyor:
Saldırı başörtüsüz ve hatta mini etekli bir kadına yapılsaymış; Başbakan’ın ve gazetecilerinin umurlarında bile olmayacakmış…
Tıpkı…
Başbakan’ın, Mısır'da İhvan Lideri Muhammed El Biltaci'nin darbeci askerler tarafından şehit düşürülen kızı Esma için yazdığı mektubu dinlerken ağladığı…
Ama…
Eskişehir sokaklarında ve hem de polislerin ve partililerinin tekmeleriyle öldürülen Ali İsmail için başsağlığı bile dilemediği gibi…
Biliyor musunuz?..
Bence asıl facia işte bu ihtimal…
Saldırganların hayvanlığından da mağdurenin çektiği acılardan da daha büyük bir facia hem de…