Geçen hafta iki söyleşi yaptı iki “emekçi” gazeteci.
“Emekçi” vurgusunu sınıfsal anlamda kullanmıyorum, sadece gerçekten emek vererek işlerini yapmaları kastım.
Biri Ertuğrul Özkök’tü. Beyaz Tv’de, Osman Gökçek’in karşısına çıktı.
Diğeri Fatih Altaylı’ydı. Habertürk’te, Kemal Kılıçdaroğlu’nun karşısına çıktı.
Biri geçmişte yaptığı gazeteciliği olumlamadığım ama bugünkü duruşuna hayran olduğum kişiydi: Ertuğrul Özkök.
Diğeri, geçmişte yaptığı gazeteciliği çok olumladığım ama son yıllardaki halini olumlamadığım kişiydi: Fatih Altaylı.
Her ikisi de beğenin, beğenmeyin yakın medya tarihimizde büyük alanlar kapsayan gazeteciler.
Özkök daha stratejik. Eskiden politik olarak kullandığı strateji, bugün bir yaşam şekline dönüşmüş.
Samimiyeti, açık sözlülüğü, hatalarını kabullenişi, yani bugün geldiği nokta bende hayranlık uyandırıyor.
Onun bu “yaşam stratejisi” müthiş bir gösteri. Ancak. Sadece. Kafaca güçlü adamların gerçekleştirebileceği bir cesaret gerektiriyor.
Beyaz Tv’de Osman’ın karşısına çıkıp, genç bir adamın heyecanlı ve keskin ifadeleriyle mücadele etmek. Bunu yaparken de sempatik olabilmek.
Kalbinin ve beyninin önemli bir kısmını (hepsini değil) ortaya sermeyi göze alabilmek.
Maddi ve manevi olarak yükselinebilecek bir “eyvallahsız” duruş. Asla olamayacağım ama çok imreneceğim bir ruh hali.
Fatih Altaylı’nın duruşu da “eyvallahsız.”
Ki, kendime çok yakın buluyorum onun duruşunu.
Maddi yeterliliklerimiz arasında uçurumlar olsa bile. Bana yaptığı yanlışları asla unutmayacak olsam bile, onun “eyvallahsız” haliyle kendiminkini benzetiyorum.
Onda da, bende de “strateji”nin “s”si yok. Gelişine yaşıyoruz.
Altaylı nasıl içinden geldiği gibi yazıp, davranıyorsa bende de aynen öyle.
Sonuçta. Aynı insanlar, Fatih’i bir gün sevip bir gün dövüyorsa, yani kimseye yaranamıyorsa bende de öyle oluyor.
O da umursuyor değil, ben de.
Kılıçdaroğlu’nun karşısında bacaklarını yayarak oturuşu elbette kaba bir tavır. Ne var ki medyanın bu döküntülüğü içinde o kadar sakil de kaçmıyor.
Birinin diğerine tavır öğretebilmesi için onun üzerinde bir tavra yükselmesi gerekir. Altaylı’nın karşısında had bildirecek biri yoksa, bu Altaylı’nın suçu değil.
Kemal Beye yaptığı “Şanlıurfa’da sizi tanıdılar mı?” esprisine gelince.
Ben sevdim. Fazlasıyla doğru ve ince bir espri. Kılıçdaroğlu da bunu kaldırabilecek kadar medeni biridir.
Altaylı, başına gelenleri umursamayacak kadar cesur, bir kadınla kahve içemeyecek kadar da eşi Hande’den korkan biri. Güzel olan da bunu kabullenmiş olması.
Belki bendeki problem, hayatımda o kadar korkacağım birinin olmamasıdır. Kim bilir.
Gönül istiyor ki, çok da uzak olmayan bir gelecekte. Özkök ve Altaylı birlikte bir gazete ya da dergi çıkarsınlar. Ben de duruma tanık olayım. Kesin çok eğlenirdim.
BÜLENT ARINÇ’A KIZMALI MI, ALKIŞLAMALI MI?
Arınç’ın medya açıklamaları üzerine yazmayı düşünmüyordum. Gazeteciler.com’da “alkışlar” köşesine girince yazmam lazım oldu.
Arınç diyor ki, “Bana bir zamanlar sorumlu olduğum TRT ve Anadolu Ajansı’nda (ve diğer yandaş medyada) ambargo uygulanıyor.”
Bu saptamayı ne zaman yapıyor? Sorunu kendisi yaşamaya başlayınca.
Kimse de çıkıp demiyor ki, “Sorumlusu olduğunuz dönemdeki medyada, Ergenekon soruşturmalarından başlayarak kumpas günlerinde haksızlığa uğrayan insanlara da ambargo uygulanıyordu. Kimse size sesini duyuramıyordu.”
Başkalarının sorunlarına kör ve sağır olacaksın, kendi başına gelince ağlayacak ve bir de bunun için alkış alacaksın.
Arınç işi biliyor vesselam.
Üstelik tam da seçim öncesi bu tür açıklamalar, sözün muhatapları için çok şey demek oluyor.
Davutoğlu/Erdoğan partilerini parçalanmaktan korusa bile demezler mi “Bir şeyin şüyu vukuundan beterdir?”
ZEKA, YETENEK VE
HOŞNUTSUZLUKLARI
Güzel bir oturum oldu. ODTÜ’de. Emrehan Halıcı’nın başkanı olduğu Türkiye Zeka Vakfı ile ODTÜ işbirliğinde gerçekleşen kongrede yaklaşık bin kişilik bir kalabalığa konuştuk.
Oturum başkanı Prof. Dr. Ziya Selçuk, tüm zarafeti ve beyefendiliğiyle, incelikli esprileriyle güzel hasletlerin öneminin altını çizdi.
Murat Menteş mütevazılıkta devleşti. O kadar ki, kendi aramızda gerçek mi, oynuyor mu tartışması bile yaptık.
Menteş konuşmasında, yazarlığa çocukken bir inşaatta bulduğu kitapları hurdacıya satamayınca okumak zorunda kalmasıyla açıkladı.
Ona göre yazar olması rastlantıydı.
Cevap verdim, “Kaos teorinde rastlantı diye bir şey yoktur.”
İki saat boyunca tüm salon hem güldük, hem düşündük.
Oturum sonrasında. Gazi Üniversitesi, İletişim Fakültesi’nden bir öğrencinin “Sizi canlı olarak, karşımızda görmek bizim için çok güzeldi” demesine şaştım kaldım.
Bu iltifattan çok utandım. Halbuki. Düncelerine önem verdiğimiz biri bazen sandığımızdan daha yakın bir yerlerdedir.
Öğrenciye teşekkür edip, fakültesinden metroya atlayıp, Cebeci durağında indiği her zaman beni canlı görebileceğini, bunun önemli bir şey olmadığını söyledim.
Ve bu küçük diyalog bir kez daha, kiminin sıradan sayacağı küçük şeylerin kimi için önemli olduğunu hatırlattı.
Yaptığımız, düşündüğümüz, yazdığımız her şeyin bir yerlerde mutlaka bir karşılığı var..
AKLIMDA KALAN
Çetin Altan’ın ölümü üzerine yazılanlar: Bizim kültürümüzde ölenin ardından kötü konuşulmaz. Cenazelerde yapılan son yalakalıkla, “iyi bilirdik” der toprağa veririz. Yine de. Çetin Altan’ın ölümünün ardından ona dizilen övgüler. O övgüleri dizenlerin, bu ülke ve hali hakkında zerre fikirlerinin olmayışı. Yüzeysellikleri, iki yüzlülükleri falan. Mide bulandırıcı. Neymiş efendim, “hayal ettiği ülkeyi görememiş”miş. İyi de, o ülkeyi göremeyişine kendi yetiştirdiği iki oğlunun yaptığı büyük katkılara neden kimse değinmiyor acaba? Bu ne dangalak ruh hali ki, medyanın aklı başında isimlerini bile ele geçirebiliyor? Moda deyimle, bu neyin kafası?