Başlıktaki soruya Hürriyet’çilerin verdiği yanıt “Tarafsız yayıncılık yapıyoruz, bizden taraf olmamız bekleniyor” oluyor.
“Tarafsız yayıncılık” mitini bir yana bırakırsak, Hürriyet’in yine, yeni, yeniden yaşadığı “Karargâh rahatsız” haberi üzerine çıkan krizi sağduyuyla analiz edebiliriz.
Hürriyet’in kendisini savunmak için bilmem kaçıncısını yaptığı son açıklamasında kopan fırtınayı “iktidara da muhalefete de yaranamadıysak doğru yoldayız” şeklinde açıklaması, halâ gerçeğin gölgesinde dolaştıkları izlenimi veriyordu.
Sunumunu beğenirsiniz, beğenmezsiniz ortada bir “haber” var.
Özellikle iktidara yakın medyanın bu haber üzerinden kriz çıkarma çabasının son derece rasyonel bir açıklaması var: Referanduma giderken, bir mücadele alanının gerekliliği.
Muhalefetin tutumu ise zaten 15 Temmuz’dan bugüne TSK komuta kademesine karşı duyduğu güvensizlikten kaynaklanıyor olmalı.
Konuyu Hande Fırat’la konuşmadım. Gerek duymadım.
Konuşsaydım da “haber”ini değil, “15 Temmuz’un demokrasi mücadelecisi gazeteci”, konumundan “demokrasi düşmanı” konumuna geçişin ona ne hissettirdiğini sorardım.
Gelelim, konunun sağduyulu bir analizinin yapılması zorunluluğuna;
“Karargâh rahatsız” başlığının altındaki “7 madde”yi okur okumaz, askerlerin iletişimini (ya da iletişimsizliğini) konu alan Tanklar ve Sözcükler’in yazarı olarak dedim ki, TSK’nın iletişim sorumluları Hürriyet’i (temsilcisini) arayarak haberi inşa etmişlerdir.
Ankara gazeteciliğinin formlarını bilenler, böyle bir durumda her gazetecinin, TSK’nın (kimi zaman politik önemli bir kişinin de yaptığı gibi) söylemek istediklerini alıp haberleştirdiklerini de bilirler.
Burada bir eleştiri yapılacaksa gazeteyi ve gazeteciyi eleştirmek yerine, TSK’nın neden böyle bir yola gerek duyduğu üzerinde durulmalıdır.
Ancak.
Böyle olsa bile, her haber krizinin neden gelip gelip Hürriyet’e patladığının gerekçelerine bakılması da gerekiyor.
İddia edildiği gibi bu haberle, Hürriyet’in iktidara “aba altından sopa gösterme vs.” derdi falan olduğunu sanmıyorum.
Tam aksine korkudan yoğurdu üfleyerek yediklerini düşünüyorum.
Öyleyse Hürriyet’in derdi ne? İktidara da muhalefete de neden ağzıyla kuş tutsa da yaranamıyor?
Birincisi, Hürriyet’in son dönemde yaşadıkları nedeniyle ciddi bir odak kaybı yaşıyor olmasıdır.
İkincisi, yaşanan her olayla birlikte verdikleri tepkilerle ciddi bir özgüven krizine girmiş olmalarıdır.
Üçüncüsü, gazete yönetiminde çok başlılığın hakim olmasıdır. Gazeteyi kimin yönettiği holding içerisinde dile getirilemeyen ancak, çalışanları kıvrandıran bir sorun. Aydın Doğan mı? Kızlarından biriyse, hangisi? Damat mı? Aydın beyle yedikleri, içtikleri ayrı gitmeyen köşe yazarları mı? Kim?
Dördüncüsü, mevcut genel yayın yönetmenin görevden alınacağının ayyuka çıkması nedeniyle motivasyonunu kaybetmesidir. (Haftalar önce yazdığım bu konu bu hafta çözülüyormuş.)
Beşincisi, ki en doğal olanıdır, iktidar ve muhalefet arasındaki gri noktada tutunmaya çalışmasıdır.
Bu maddelere daha çokları eklenebilir, ben uzatmayayım.
AMA HINCAL ULUÇ BİR DE KENDİNİZE BAKSANIZ...
Hıncal Uluç’u çok severim. O kadar ki, bu sevginin Fehmi Koru’nun yazısına konu olduğu vardır.
Koru’nun itilip kakılmadığı, tersine baş üzerinde gezdirilip, kapılarda karşılandığı, yani medyanın en ama en güçlü kişisi olduğu dönemlerde bir yazısında “Onun gönlü Hıncal Uluç gibilerde olsa da, benim gözüm onun yazdıklarında” diyeceği kadar ortalıktadır Hıncal sevgim.
Evet, Hıncal Uluç yüksek duvarlı adamdır. Her isteyen onun çevresine giremez, o isterse alır.
Bu konuda öyle özel kriterleri de yoktur. Kafasına göre takılır. Bir bakarsın “adam” denemeyecek kişilerle dostluk eder, bir bakarsın epeyce seçer.
İstediğini şımartır, istemediğine dilinin tersiyle vurdu mu oturtur.
Hergeçen gün biraz daha huysuzlaşan bu adamın bende istediği kadar huysuzlaşma kredisi vardır.
Onun huysuzlaşma hakkı, yeni yetme gazetecilere ona karşı saygısızlık yapma hakkı doğuramaz bana göre.
Bu çok sevdiğim Hıncal, her zaman herkese bir şeyler öğretme çabası içindedir. Hemen her seferinde de haklıdır. Biraz Mülkiyelilik’ten, biraz yaş almaktan olsa gerek.
Geçen gün Sabah’ın önündeki kaldırımın sigara izmaritlerinden kül tablasına döndüğünü yazmış, ki çok haklı.
Ardından da asansör adabına girmiş. Asansörde birbirlerine “merhaba”, “günaydın” demenin güzelliğinden dem vurmuş.
Bu konuda yol katedildiğini belirtip, örnek vermiş.
Garaj katından bindiği asansöre zemin katta, genç bir kadın meslektaşı girmiş. Elinde bir demet lavanta yaprağıyla "Günaydın Hıncal Bey" demiş.
Hıncal Bey nasıl keyiflenmiş anlatamam.
“Bir karış suratla binen, kimsenin yüzüne bakmayan, gülümserse orada tecavüze uğrayacakmış gibi somurtarak duran, katına gelince arkasını dönüp gidenlerle dolu bir binada, birisinin ‘Günaydın’ demesi nasıl bir güzelliktir” derken, “kız” elindeki lavanta demetinden iki yaprağı itina ile seçip uzatmasın mı?
Bizimki odasına nasıl mutlu, nasıl keyifli çıkmış, anlatmış. Odasının kapısının açıldığı holdeki iki sekretere “o iki mis kokulu yaprağı” birer birer uzatmış.
“Mutluluk salgındır. Yayılır. Öyle oldu.” diyerek de yazıyı tamamlamış.
Ne güzel değil mi? Edep adap dersi.
Ve fakat, Hıncal’ım bunları güzel güzel yazarken bir de kendisine dönüp baksaymış iyi olurmuş.
Aynı binada çalıştığı, “meslektaşım” dediği, hem bir de sabah sabah kendisine lavanta uzatan birine “isminiz ne” dememiş!
Hıncal Uluç bunu hangi nezaket kuralıyla açıklar bilemiyorum.
Bu konuda bildiğim, gazetelerde, köşe yazarları tarafından kurulan bir kast sistemi olduğu.
Aynı kurumda çalışan muhabirleri, gıyaplarında “genç bir meslektaş”tan öteye taşımadıkları.
Patronları ve diğer köşe yazarları için bol keseden harcadıkları sözcükleri, kendilerinden bir iş istemedikleri sürece “genç meslektaşlardan” esirgedikleri.
Hıncal Uluç o kast sisteminin içindeki en makbullerden biridir. Bir de kendisi beş para etmeyip, yalakalıktan (patron/iktidar fark etmez) köşe tutanların bu tavrı var ya en fazla onlar gülünç oluyor.
AKLIMDA KALAN
Hakan Çelik performansı: Televizyon dünyamızda iyi performans sergileyen röportajcılar bir elin parmaklarını geçmez. Geneli önüne konan soruları sorar, sohbet havası vermeye çalışır. Olmaz. Bir kısmı aynı sözcükler etrafında dolanır durur. Bir kısmının karşısında ağzınızı açmak içinizden gelmez, ıkınır sıkılırsınız karşılıklı olarak. Ama bir de Hakan Çelik gibiler vardır. Sayıları yok denecek kadar azdır. Soruyu öyle sorar, öyle alttan alır gibi yapar, o kadar bildiğini bilmezlikten gelircesine söze girer ki, hiç konuşmak istemeseniz de ağzınızın bağı çözülür. Konuşur da konuşursunuz. Sohbeti kendiniz yönetiyor sansanız da direksiyon Hakan Çelik’in elindedir. Dost kahvesinde konuştuğunuzu sanırken, o mesleğinin zirvesinde işini yapıyordur. Doğan Tv’nin Ankara temsilcisi Hakan Çelik’in Melih Gökçek söyleşisini izleyin, ne dediğimi anlayacaksınız. O bizim Charlie Rose’umuz sanki. Ben o programı öğrencilerime örnek olay diye göstereceğim.