Herkes bana baksın!

Herkes bana baksın!

Diyorlar ki;

“Arkadaşlığın var. Aynı dönemde CHP’de Parti Meclisi üyeliği yaptınız. Nasıl bilirsin Enver Aysever’i?”

Özetle; Önceki gün duyarlı. Dün acımasız. Bugün vefasız. Bilirim.

Enver’in kafasının içinde “Herkes bana baksın!” diye bağıran biri var.

Edebiyata tutkulu bir adamın bu kadar dışarı bağırması sanırım psikologların alanına düşer..

Bana düşen, nerede olursa olsun, dikkatleri üzerine çekme hevesiyle, edebiyatın mütevazılığının kafamda hiç örtüşmeyen fotoğrafı.

Şahsen. Enver’in iyi biri olduğuna inanırım. Yazıya verdiği emeğe imrenirim.

Ve fakat. “Herkes bana baksın”, “herkes ne kadar zeki adam desin”, türü cümlelerin pençesine düşmesini anlamam.

Yaşadığımız her şey çocukluğumuzun gölgesinde değil mi? Öyle.

Enver iyi sorular sordu. O kadar iyi sorulardı ki bazen, “alnından öpüyorum” mesajı bıraktığım oldu.

Sorulması gereken soruları vardı. Bir edebiyatçının kendini ifade etme telaşına düşerdi. Alkışlar için yaşamazdı.

Kendi zihnini tatmin etmekti derdi. İyi bir entelektüelin yapması gerektiği gibi.

Tüm bunlar. Medyanın zehirli sarmaşığıyla kuşatılmadan önceydi. Gittiği her yerde başların ona dönmesi, onun da başını döndürmüş olmalı.

Ki.

Zihnini tatmin edici sorulardan, vitrine oynayan sorulara geçti.

Her televizyoncunun düştüğü hataya düştü, ekranın çekim gücünü kendi başarısı sandı.

Mütevazılığını olduğu gibi, edebiyatçılığını da televizyonculuğa rehin bıraktı.

O kadar ki. “Gazeteci bir numara küçük ayakkabı gibidir” dediğimde, mekanda olan gazeteciler sessiz kalmış, Enver üzerine alınmıştı.

Gazeteciler adına yanıt verme gereği duymuştu. Gazeteci Enver, edebiyatçı Enver’i beyninden vurup ayaklarının dibine düşürmüştü.

Oysa Enver gazeteci değildi. Yazarlıktan televizyonculuğa geçiş, kafasını karıştırmış olmalı. Gazeteci gibi hissetmesi, gazetecilik işinin tüm defolarını sahiplenmesine yol açtı.

O kadar ki. Gittiği tv kanallarına onu da beraberinde taşıyan. Arkadaşlık hatırına her gece program yaptıran ve çoğu insanı karşısına alan Barış Tünay’ı da bir kalemde çizdi. Medyada “vefa” uzakta bir semt adı bile değildi.


BENCE;

Ortaöğretimde türban konusu: Özgürlük kadınların saçlarının rüzgarda savrulmasıdır. Çocukların saçlarıysa özgürlüğün tarlası. Gün ışığında olmalı mutlaka.

Sokakta simit satışı: Zenginle yoksulun tek eşitleyicisidir. Simitçime dokunma.


SİZE DE ÖYLE GELMİYOR MU?

Size de son günlerde Bülent Arınç’ın omuzları düşmüş, gözünün feri sönmüş, ses tonu inmiş gibi gelmiyor mu?


DİZİMETRE

Annenizle geçirdiğiniz gün sayısı artınca, dizi dünyasına dalış yapmak da kaçınılmaz oluyor.

İzlemeye başladıklarım:

Sil Baştan: Star’da. İyi başladı. Günceli iyi yakalayan bir diyalog akışı var. Şimdilik izlemeye değer.


Bana Artık Hicran De: Kanal D’de. Senaryo iyi kokuyor. Sahici olamayacak kadar çok yakışıklı adam var. İyi olabilir, klişelere boğulmazsa.


Ah Neriman: Show’da. Her durumda Perran Kutman için izlenir. Özlemiştik.


İzlemeyi bıraktıklarım:

Beni Böyle Sev: Önceki sezon biterken, TRT de diziyi bitirecekken “Beni Böyle Sev’meye devam et” yazmıştım. Şimdi. Yeni oyuncular. Senaryonun zıvanadan çıkması, kötünün kötüsü Yeşilçam filmi gibi. Kısacası beni böyle sev’me.


Tahammül edemediklerim:

İçinden Ali Sunal’ın geçtiği tüm programlar.

Fox’un Güldür Güldür’ü.

Tv8’in “O Ses Çocuklar”ı.

 

AKLIMDA KALAN

“İşte bu yüzden yıllardır kurtulamıyoruz” hissi: Adam hiç erinmiyor. “Aman bana ne, atı aldım Üsküdar’ı geçtim” demiyor. Her saldırıya ilk kez başına gelmiş gibi aynı dirençle karşılık veriyor. Yılmıyor. Yorulmuyor. Laf yetiştirmekte geri durmuyor. Melih Gökçek. Almış eline deney tüplerini. Çıkmış ekrana. Bir kimyager edasıyla. Saf su ile şebeke suyunun farkını test ediyor. Anlatıyor. Anlattığını kanıtlıyor. Bıkmıyor. İşte bu yüzden kendisinden kurtulmamız mümkün olmuyor. Olamıyor.