Genç Subaylar Paşa'nın görüşlerine katılmamışlardı

Genç Subaylar Paşa'nın görüşlerine katılmamışlardı

Ey güzel insanlar!.. 

Bugünkü Analiz’de anlattığım “Delik Kiremit” öyküsünü okudunuz mu?..
Her gördüğümde bana rahmetli ve sevimli Altan Erbulak'ı hatırlatan Ahmet Davutoğlu'nu dışişleri bakanı olduğu ilk döneminde öyküdeki kiremit ustasının oğluna benzetmiştim.
Neden mi?..
"Komşularımızla sıfır sorun" diye ortaya çıktığı günden beri, bölgemizde "sürekli sorun" isteyen egemen güçleri ürkütmüştü de ondan...
Aman haaa!..
Bu konuda egemen güçlerden yana olduğum sanılmasın...
Ben konuya ilişkin fikrimi değil, tespitimi aktarıyorum...
Yani...
Fincancı katırlarını ürküttüğünü...
Egemen güçler isteseydi, Ortadoğu ve Kafkaslar yıllar önce "sıfır sorunlu" bölgeler haline getirilirlerdi.
Yani onların akıl edemediklerini Davutoğlu mu düşünmüş de bulmuştu?..
Oysa...
Egemen devletler bir bölgede biten sorunu bir başka bölgede daha büyük olarak ortaya çıkarıyorlardı...
Çünkü Ortadoğu ve Kafkaslar, egemen güçlerin gözünde "Şeytan" ve haliyle hep "azapta gerek" pozisyonunda bırakılıyorlardı...
Onun içindir ki yüz yıllardır Ortadoğu'da; Türkiye – İran – İsrail – Irak – Suriye – Mısır dostluğu kurulamadı...
Bu hatırlatmadan sonra size “Harputlu Azize” isimli romanımdan alıntılar aktaracağım…

Bugünkü Analiz’de anlattığım “Delik Kiremit” öyküsünün mana ve önemine binaen yazdığım o sayfalar olur a size o olaydan yüz yıl sonra da insanların ve siyasetçilerin hiç değişmediklerini anlatır…

 

Aşağıdaki satırlar; romanın 241, 242 ve 243. sayfalarından…

 

15 Ekim 1912 Çarşamba
Kırkkilise/ Taş Tabya

 
 

……… Avrupa'da ve Bab-ı Âli'de yayımlanan gazetelerde, Avrupa ülkelerini yöneten başbakanların ve üst düzey siyasetçilerin, İttihat Terakki’nin icraatlarını öven demeçleri yer alıyordu. İttihat-Terakki Partisine destek veren, Osmanlı'nın Avrupalılaşmasını, hukuk devleti olmasını ve insanların her türlü inanç, düşünce ve ibadetlerinde hür olmasını destekleyen Genç Osmanlılar da sokaklara dökülmüş, Osmanlı Devletini Avrupa ile daha da bütünleştirecek olan kanunu şarkılı, türkülü eğlencelerle kutlamışlardı.

Abdullah Paşa ise bu büyük gelişmeyi bir türlü anlayamıyordu. Paşaya göre İttihat ve Terakki Mecliste çoğunluğu sağlamış olsa bile iktidardaki hükümet Padişah’ın atadığı, Sultan’a bağlı olan sadrazam ve nazırlardan oluşuyordu. Bir başka deyişle İttihat – Terakki belki kendini iktidarda sanıyordu ama ülkeyi yönetmeye muktedir değildi. Osmanlı’da Avrupalı devletlerin baskısı ile uygulamaya konulan her yenilikten sonra, yaşanan uzun felâket dönemlerini unutamıyordu.

1876’da 1. Meşrutiyetin ilânının üzerinden henüz bir yıl geçmemişti ki Rus savaşı çıkmıştı. Öyle bir savaştı ki bu, on binlerce Müslüman Mehmetçiğin şehit olmasıyla kalmamış, Osmanlı Devletini milyonlarca altın savaş tazminatı ödemeye de mahkûm etmişti. Ruslar, İstanbul/Yeşilköy’e kadar gelmişlerdi ama bereket versin ki Osmanlı’nın sadece Ruslar tarafından yutulmasını istemeyen İngilizler tarafından uyarılınca Ayastefanos anlaşmasını imzalamak zorunda kalmışlardı.




1908’de 2. Meşrutiyetin ilânından 1 yıl sonra 31 Mart operasyonunu takiben Balkanlar karışmıştı. Bulgaristan bağımsızlığını ilân etmiş, Osmanlı’nın en sadık milleti olan Arnavutlar da bağımsızlık talebiyle ayaklanmışlardı. Adana’da keza bağımsızlık hareketi başlatan Ermenilerle yapılan silahlı çatışmalarda on yedi bin Ermeni, bin sekiz yüz elli Türk ölmüştü. Hemen akabinde de Trablusgarp savaşı başlamıştı.

Güçlü; dini ve milleti ne olursa olsun kardeşçe yaşayan Osmanlı çöküyordu. Oysa 2. Meşrutiyetin ilânı nasıl da coşku ile karşılanmıştı. Araplar, Kürtler, Sırplar, Rumlar, Ermeniler, Ulahlar, Yahudiler kol kola girip büyük eğlencelerle kutlamışlardı meşrutiyetin ilânını.

Bütün dinlerin ve bağlı oldukları cemaatlerin kutsal belledikleri Kudüs’te şeyhler, imamlar, hahamlar, papazlar, rahipler el ele kol kola vermiş, Abdülhamit’in 2. Meşrutiyetin ilânından önceki baskı rejimini eleştiriyorlardı. Türkler, Araplar, Yahudiler, Samaritler ve Ermeniler kardeş olduklarını haykırıyorlardı meydanlarda.

Ellerinde “Hürriyet”i temsil eden bir bayrak vardı.

“Müslümanlara, Hıristiyanlara, Yahudilere ve herkese hürriyet...”

Abdullah Paşa’ya göre İttihat Terakki, “Hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet” adı altında Osmanlı'yı İngilizlere, Fransızlara, Almanlara, İtalyanlara satacak, kendileri de bu satıştan elde edecekleri gelirle hayatlarının sonuna kadar sultanlar gibi bir hayat yaşayacaklardı.


Hürriyet de, adalet de, müsavat ve uhuvvet de hayaldi.




Bunun böyle olduğunu azınlıklar da biliyorlardı. Onlar da kâğıt üstünde Müslümanlarla aynı haklara sahip olsalar bile aslında bunun göstermelik olduğunu, milletvekili seçilip meclise giren her mebusun kendi milletinin menfaatine çalışacağını açıkça söylüyorlardı.

Osmanlı vatandaşı olan Rum milletvekili Boşo Efendi, meclis genel kurulunda tüm mebusların gözlerinin içine bakarak, “Osmanlı Bankası ne kadar Osmanlıysa ben de o kadar Osmanlıyım” derken, bankanın adının “Osmanlı” olsa da, sermayesinin yüzde yüz yabancı olduğunu hatırlatmak istemişti...

Genç subaylara göre ise İttihat ve Terakki Osmanlı topraklarını satmak istemiyor, mevcut topraklarda memleketi halkın temsilcilerinin yönetmesini istiyordu. Yani daha çok demokrasi, daha çok hürriyet...

Azınlıklara da en az Müslümanlar kadar hak...

Genç Subaylar Paşa'nın görüşlerine katılmamakla birlikte itiraz da etmediler. Paşa'nın moralini bozmak istemiyorlardı.

“Sizi dinliyoruz Paşam” dediler ağız birliği etmişçesine.

“Anlatayım” dedi Paşa bir kez daha...

 

Az sonra okuyacaklarınızı ise 246, 247, 248, 249, 250, 251, 252. sayfalardan alıntıladım…

 

 

15 Ekim 1912 Çarşamba

Kırkkilise/ Taş Tabya

 

Paşa o tatlı üslûbuyla anlatmaya başlayınca kendisinin siyasi görüşlerine itibar etmeyen genç subaylar da merakla ve dikkatle dinlemek için hazırlandılar.

Paşa öyküyü anlatırken düşünceli görünüyordu:

Kasabanın birinde akan damları aktaran ve bu işten iyi para kazanan bir kiremit ustası, yeteri kadar para kazanınca köyüne döner. Oğluna, artık yaşlandığını, bundan sonra kasabalarda dam aktarma işini kendisinin yapması gerektiğini söyler. Müşterilerine de 'Bundan sonra işlerinizi oğlum görecek, kendisine siz de göz kulak olun” der. Oğlu da köyden çıkıp kasabaya gider. Çok kısa bir süre sonra da köye döner. Baba, oğlunun bu kadar çabuk dönüşünün sebebini merak edip sorar. Oğlu, “Beni çağıranların evlerine gittim. Dama çıktım. Akan delik kiremidi buldum. Yere atıp kırdım. Yerine sağlamını koydum. Kasabada hiçbir evin damı akmaz oldu” der. Dam ustası öfke ile “hay benim salak oğlum” diye bağırır. “Ben yirmi iki sene delik kiremidi bir köşeden aldım başka köşeye koydum. O köşe oldu ama bu sefer de delik kiremidi yerleştirdiğim öbür köşe akmaya başladı. Ev sahipleri de beni tekrardan çığırıp bana iş verdiler. Hiç, delik kiremit atılır mı be oğlum?” diye bağırıp, çığırır...

Paşa öyküyü anlattıktan sonra acılı bir gülüşle kurmaylarının gözlerine baktı tek tek...

“Kiliseler meselesi de işte o delik kiremit gibiydi. Rum'un, Bulgar'ın, Sırp'ın, Hırvat'ın, Rumen'in kilisesi ayrıydı. Bu milletler kendi kiliseleri önünde birbirleriyle savaşmaktan; birlik olup Osmanlı'ya kafa tutmayı akıllarına getiremiyorlardı. İttihatçılar, kendilerini iktidar yapan Avrupa devletlerine borçlarını Kiliselerin İttihadı Kanununu çıkartarak ödediler. Yani, delik kiremidin yerine sağlam kiremit koydular. Artık Balkanların damı akmaz oldu. Bundan sonra ev sahipleri bir olup Osmanlı ile uğraşacaklar...”




Paşa konuşmasını tamamladıktan sonra “Ne Avrupalılar ve ne de Balkan ülkeleri Osmanlı'yı bir daha bu kadar âciz, bu kadar dağınık yakalayabilirler” dedi düşük ve zor duyulan bir ses tonuyla.  Derin bir nefes alırken, az önceki ses tonunun çok düşük olduğunu fark etmiş gibi belirgin bir şekilde sesini yükselterek devam etti:

“Şimdi tam zamanı... 'Kurtlar birbirine düşünce kuzular rahat eder' diye ne güzel söylemiş koca Sadi-i Şirazi. Şimdi artık kurtlar bir olup kuzuları rahatça kemirebilirler”...

Paşa'ya göre İttihat ve Terakki hareketi, Padişah’ı ve Meclisi Kiliseler Birliği Kanununu çıkartmaya zorlayarak, Balkanlarda farklı mezheplere ait kiliselerin ayrılığı yüzünden birbirlerini yiyen Rumlarla Bulgarları, Romenleri ve Sırpları kardeş yapmıştı.

Oysa bu ülkeler, savaştan çok kısa bir süre önce birbirlerine düşman idiler. Bulgaristan’la Sırbistan bağımsızlıklarına kavuşur kavuşmaz birbirleriyle savaşmıştılar ve Kiliseler Birliği Kanunu çıktığı güne kadar da düşmanlıkları sürmekteydi. Keza Yunanlılarla Bulgarlar da ittifak öncesinde birbirini boğazlıyorlardı. Karadağlılarla Sırplar, aralarında kan bağı olmasına rağmen, sürekli çatışırlardı. Taa ki Kiliseler Birliği kanunu kabul edilinceye kadar. Ne zaman ki kanun çıktı ve Kiliseler tek çatı altında birleşti, bu düşman devletler Osmanlı’ya karşı birbirlerinin en sadık müttefikleri oldular.

En az o kadar fena olan bir diğer kötülükleri ise Ordu'yu sivil siyasetin yönetimine vermek, hatta siyasetle orduyu iç içe geçirmeye çabalıyor oluşlarıydı. Oysa Paşa buna açıkça karşı koyuyor, ordunun siyasetten uzak tutulması gerektiğini her fırsatta söylüyordu. 

Paşa Karadağ'ın savaş ilânından sonra Bulgarların da savaş ilân etmelerinde şaşılacak hiçbir durum olmadığını söyledi. Bulgarların şimdi yaptıkları ise, uçağın ne olduğunu bilmeyen, yeniliklerden habersiz, her şeyi Allah'tan bilen ve bekleyen inançlı Müslüman halkının moralini yerle bir etmek, onları sindirmekti.

Paşa arkasını dönüp yürüyecekken, genç bir Kurmay Binbaşı, “Paşam af buyururlarsa bir sual sorabilir miyim?” dedi saygılı bir ses tonuyla.

Paşa yüzünü soruyu soran Kurmay Binbaşı'ya çevirdi. Tebessüm eden bir çehre ile “Sor bakalım binbaşı” dedi.

“Paşam; sizce bir dam aktarma ustasının müşterilerini kandırması ahlâklı, faziletli bir davranış mı?”




Paşa, lâfın Abdülhamid Han'a getirileceğini anladı:

“Bakınız binbaşı” dedi. “Ben dam aktarma ustasının ne arındayım ne de namusunda. Günahı kendi boynuna… Ben teşbihte hata olmaz düsturuyla kıssadan hisse çıkarmanızı istedim. Hâsılı dam aktarma ustası kendi hanesinin iaşe ve ibadesini düşünüyordu. Padişah efendimiz ise milletinin atisini, iaşesini ve ibadesini. İkisini birbirine karıştırma... İmparatorluğun menfaati, her türlü ahlâkın üzerindedir...”

Bunları söyledikten sonra yürüdü. Biraz sonra durdu. Yeniden döndü. Az önce soru soran binbaşıya baktı:

“Çok sevdiğiniz şair Namık Kemal Bey bile 'Vatan ve hürriyet' diyordu bunu aklınızdan çıkarmayın. Maceraperest ittihatçılar sizin temiz yüreklerinizi ferdi hürriyet gibi müşahhas ve sihirli bir kelimeyle kandırıyorlar ama diğer yanda vatanın elden gittiğini, Avrupalılaşıyoruz diyerek beş yüz yıllık imparatorluğun uçuruma sürüklendiğini gözlerden saklıyorlar. Sizler gençsiniz. Eğer kahrolası bir harpte şehit olmazsanız ve Allah bana da biraz daha ömür verirse haklı olduğumu göreceksiniz.”

Bir başka Binbaşı izin istedi bu defa...

“Yani paşam, Otuz bir Mart ayaklanmasının bastırılması yanlış mıydı?” .

Paşa yine gülümsedi:

“Ben Otuz bir Mart ayaklanmasının bastırılmasından söz etmiyorum. Benim anlatmak istediğim, ulu hakan Abdülhamid Han'a yapılan haksızlıktır, adaletsizliktir, saygısızlıktır. Devletin ve milletin ona en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda kendilerinin hal edilmesi, Selanik'te bir tür hapsolunması yanlıştır, günahtır...”

Bunları söyledikten sonra hiçbir itiraz dinlemek istemezmiş gibi sırtını döndü. Taş Tabya’ya doğru yürüdü. Bu arada birkaç kez gökyüzüne bakmayı da ihmal etmedi.

Paşa biraz uzaklaştıktan sonra Kurmay Binbaşı, diğerlerine döndü: “Biz genç kuşak sadece düşmanla değil, elan padişah mülkü sayılan vatanı ferdi hürriyetlerin önünde gören bu eski kafalı kumandanlarımızla da savaşmak mecburiyetindeyiz. Bütün tarihi Avrupa’ya yönelik şanlı fetihlerle geçmiş ama şimdi dişleri dökülmüş bir aslana benzeyen Osmanlı, Derviş Vahdeti gibi bir mürteciin eline mi bırakılmalıydı yani?.. Kanuni Esasi’nin yerini Kuran mı almalıydı?”.

Arkadaşları bu söylediklerini başlarıyla onayladıkları sırada yaşlı Paşa, arkasından söylenilenleri duymuş gibi bir kez daha durdu. Yüzünü kurmaylarına döndü.

Sesini yükseltti:

“ Evlâtlarım!” dedi... “İstanbul’da genç talebeleri meydanlarda toplayıp ‘savaş isteriz’ diye Padişahımız efendimiz mi bağırtıyor?.. Hayır, Hayır... Hepimiz ve hepiniz de biliyorsunuz ki o gençleri meydanlara toplayıp savaş çığlıkları attıranlar, Enver Paşa ve Talat Bey’dir...”

Paşa kısa bir süre susup içini çektikten sonra, daha yumuşak bir ses tonuyla devam etti. “Yani çocuklarım; ölen değişmeyecek ama Meşrutiyet, o fukaraların ölmeleri için emir veren dudakları, dilleri değiştirdi sadece...”

Az önceki soruyu soran Binbaşı kararlı bir yüz ifadesi ve sert bir ses tonuyla; “Nazım Paşa, savaş başladıktan beş gün sonra Sofya’da olacağımızı açıklamış ve bizlere merasim elbiselerimizi de yanlarımızda bulundurmamızı emretmiş” dedi Paşa’nın gözlerinin içine cesaretle bakarak...




“İyi o zaman Binbaşı” diye gülümsemeye çalıştı Paşa; “siz de Başkumandan vekilinin emrine riayet ediniz; şehit olmazsanız törende dans edersiniz”…

Arkasını dönüp ağır adımlarla yürüdü...

Bir an durdu. Arkasındaki alaylı bakışların sırtını deldiğini hissediyordu. Tekrar geri döndü. Binbaşı’nın yanına doğru hızla yürüdü. Diğer subaylar Paşa’nın Binbaşı’yı tokatlamak için geri döndüğünü düşünüp birbirlerine baktılar.

Paşa, Binbaşıyla arasında bir ayak boyu mesafe kalınca durdu. Sağ elinin işaret parmağını genç subayın gözünün içine sokacakmış gibi uzattı:

“Beri bak Binbaşı!.. Benim ömrümün yarısından çoğu harp meydanlarında; şehitlerin cansız bedenlerini çiğnemek zorunda ricat ederek geçti. Bu tecrübemle biliyorum ki; bırak birkaç Balkan devletiyle başa çıkabileceğimizi; sadece Bulgarlarla bile baş edemeyiz... Bu ordu daha birkaç ay önce Trablusgarp’ta büyük bir harbi kaybetti ve perişan… Hem bedenen perişan hem maneviyat olarak perişan…”

Binbaşı hazır ol vaziyeti almış öylece Paşa’yı dinliyordu…

Paşa konuşmasının bittiğini ima etmek istercesine diğer genç subayların gözlerine tek tek baktı...

“Evlâtlarım!” dedi; “Muhtemel savaşta Bulgarları Çatalca’da durdurabilirsek bu bile bizler için muvaffakiyettir”...

Bu sefer arkasını dönüşü sert ve çok kararlı bir hareketle oldu. Adımları da az önce olduğu gibi ağır değil hızlıydı...

Genç subaylar halkın umutsuzluğunu, açlığını, çaresizliğini, ezilmişliğini konuşmuyorlardı. Aslında hepsi her şeyin farkındaydılar ama zaman o konuların tartışılacağı zaman değildi. Pahalılık almış başını gitmişti. Fukara halk bir yandan açlıkla diğer yandan ise anarşi ve terörle yıldırılıyordu. Sokağa çıkmaya korkar olmuşlardı. Bilhassa Balkanlarda, en çok da Makedonya ve Bulgaristan’da, evleri ve dükkânları yağmalanıyor, genç yaşlı demeden Müslümanlar öldürülüyorlardı. Sadece Balkanlarda değil, Osmanlı olan her yerde anarşi, terör almış yürümüştü.

Kış şartları çok ağır geçen birçok Balkan bölgesinde bedenlerine göre elbise bulunamadığı için askerler karda, kışta beyaz donları ve fanilaları ile nöbet tutarken donup ölüyorlardı. Ölmeyip yaşamak zorunda kalanların birçokları da el açıp dileniyorlar, dilenemeyenler hırsızlık ve gasp yapıyorlardı. Ticaret, ihracat ve ithalât ise zaten gayrimüslimlerin elindeydi.

Askerlerin ve memurların üç kuruşluk maaşları beş-altı ay gecikme ile ancak ödenebiliyordu. Çoğu aç ve yarı çıplaktılar.

Askerlerde, memurlarda olmayınca küçük esnafta da olmuyordu. Haliyle yokluk zincirleme etkisini gösteriyor, domino taşlarından biri devrilince diğerleri de sırayla devriliyordu. Ne var ki toplumsal devrilme, domino taşları gibi estetik olmuyordu.

Aylarca maaşlarını alamayan memur aileleri içinde, çoluk çocuğunun karnını doyurabilmek, üstlerine en azından bir parçalık giysi alabilmek için fuhuş bataklığına saplananlar vardı. Savaşan subayların aileleri, kocalarının maaşlarından beşer, onar kuruş alabilmek için Maliye Hazinesinin bulunduğu binanın bahçesini dolduruyorlar, Maliye Bakanı ve hükümet aleyhinde sloganlar atıyorlardı. Çıkan arbedede subay ailelerinden birçoğunun kolu bacağı kırılıyor, kimi hamile hanımlar o avluda düşük yapıyorlardı.

 Bu olan biteni tül perdelerin ardından sessizce izleyen Maliye Nazırı bir süre sonra odasının gizli merdivenlerinden kaçıp gidiyordu.

Abdullah Paşa karargâh binasına doğru ağır ağır yürürken işte bunları düşünüyordu. Genç subayları ikna edemediğini de biliyordu. Daha önceleri genç subaylara söylediklerini hatırladı. Hey koca Osmanlı. Giderek nasıl da “Kocamış Osmanlı” ya dönüşüyordu. Bilhassa Meşrutiyetle birlikte, ya da bir başka deyişle Padişah, Allah’tan aldığı mutlak hâkimiyetini halkın temsilcileri tarafından seçilmiş milletvekilleriyle paylaşmaya başladıktan sonra, başıbozukluk almış yürümüş, yüzyıllardır saray yönetiminin ve halkın alışık olmadığı iktidar – muhalefet kavgaları Osmanlı’yı dış düşmanlarıyla değil, kendi içindeki hesaplaşmalarla boğuşmak zorunda bırakmıştı. Buna bir de çürük bir yumurta gibi hem devleti ve hem de halkı kokuşturmaya başlayan rüşvet, yolsuzluk, iltimas, akraba ve yakınların kayırılması da eklenince, çöküş daha da hızlanmıştı.

Diğer yanda ne elle tutulur, gözle görünür bir sanayi vardı, ne de halkın neredeyse yüzde yetmişine yakını kırsal kesimde yaşadığı halde tarım üretimi yeterliydi. Topraklar her türlü tahıl üretimine elverişli olsa da, yakın zamana kadar süren ve bilhassa İtalyanlarla girişilip yitirilen son Trablusgarp savaşı sonrasında tarımda çalışıp, üretim yapacak genç nüfus kalmamıştı. Savaşmayıp köylerinde kalanlar ise bırakın tarlada saban kullanmayı, kendilerine bakabilecek güce bile sahip olmayan yaşlılardı...

Abdullah Paşa bunları genç subaylarına hatırlattığında, “Yani meşrutiyete geçmekle yanlış mı yaptık Paşa’m?” sorusuyla karşılaşmıştı. O her zamanki güzel gülümseyişini dudaklarına yerleştirdikten sonra, gözlerini evlâtları kadar sevdiği genç subayların gözleriyle tek tek buluşturmuştu:

“Avrupa halkı meşrutiyetin, demokrasinin ve özgürlüklerin tadını 1789 Fransız Devrimi ile tattı. Daha da mühimi, Avrupa halkı demokrasiyi yeterince hazmedebilecek eğitime ve olgunluğa sahipti. Bir de bizim halkımızı getirin gözlerinizin önüne...”

Genç subaylar başlarını önlerine eğmişler hiçbir cevap vermemişlerdi.

Peki, ikna olmuşlar mıydı?..

Paşa ikna olduklarını zannetmiyordu...

Kendi genç bir subayken şu aslanlardan daha mı farklıydı sanki?.. Büyükleri kendisini ikna edemeyince “Bu Abdullah’ta da katır inadı var azizim” demezler miydi?..