Geçenlerde. Çok ama çok önemli bir isimle yemek yiyoruz. Kendisiyle dostluğumuz, 15 yıl eskiye gittiği için öyle fitne fesatla yıpranmış değil.
Yemekte. Hem Başbakana, hem de Cumhurbaşkanına yakın dostum ortak bir tanıdığımızın nasıl olduğunu soruyor.
"Nasıl olacak" diyorum, "hakkında uydurulan saçma sapan yalanlarla baş etmeye çalışıyor."
Meraklanıyor.
Ayrıntıları anlatıyorum.
Medyada, ona buna etiket yapıştırmayı kendine iş edinmiş birinin ortak arkadaşımızla ilgili karalamalarını anlatıyorum.
Karşımdaki, çatalıyla peçeteyi delmeye çalışıyor. Derin bir iç çekmeyle, puflama arasında bir ses çıkarıyor.
"Ömürleri kısa oluyor" diyor.
Kendisine anlamaz anlamaz bakınca, açıklıyor:
"Etrafta o kadar çok fitne ve fitneci var ki... Artık saymıyoruz bile."
"Fitneci gücünü bildiği şeyden değil, kendisini dinleyenden alır" diyorum.
Cevaplıyor, "O bir oluyor, iki oluyor. Sonra onu dinleyenin nezdinde kendi itibarı kalmıyor."
"Biz" diyor, "kararlarımızı anlatılanlardan değil, yaşadıklarımızın üzerinden alıyoruz."
"İyi de ya fitnecilerin kafalarına taktığı kişi/kişileri tanımıyorsanız ne olacak? O insanlara haksızlık değil mi? Yazık değil mi?"
Osmanlı'nın yıkımında fitnecilerin rolünden konuşuyoruz, konuyu "Fitneciler hiç bu kadar arsızlaşmamıştı" diyerek kapatıyorum.
Fitnecide kendini akıllı, karşısındakileri kendinden daha az akıllı sanma eğilimi vardır.
Devleti yönetenler kendilerini bu fitnecilerden korumalıdır. Sadece onlar mı, gündelik hayatın içinde de, biri size başkasını fitneliyorsa araya hemen mesafe koymalısınız.
Fitneye konu olan şahıslar size, fitneciler kadar zarar vermezler.
"SEN GERÇEK MİSİN?"
-Bu yazı sevgililer günü vesilesiyle yazılmıştı-
Yeni insanlarla tanışmayı pek sevmem. Ortak arkadaşlarımız olunca durum başka.
Bu konuda. Sanki bir ucundan halatla kıyıya bağlanmış tekne gibiyim.
Geçen akşam. İstanbul'da. Ankara'dan gitmiş bir arkadaşıma "İstanbul'dayım, yemek yiyelim" dedim.
O da iki arkadaşıyla yemeğe gidiyormuş, onlara katıldım.
Arnavutköy Balıkçısı'ndaydık.
Masadakilerden biri medyadan hayli tanıdık bir isimdi. Yorumlarını dinlemekten keyif aldığım, özgüvenin üst sınırlarında bir adam.
Diğeri, onun kız arkadaşı. Çok güzel, çok kafalı, hem naif hem de ışıltılı bir kadın.
O nadir bulunan kadınlardan biri işte.
Konu tanışmalarına geldi. Adam anlatmaya başladı.
Televizyonlarda, ciddi ciddi dünya meselelerini analiz eden adam gitti, aşka batmış bir adam geldi.
Bilimsel ortamda konuşma sonrası, kısa bir tanışma.
Ama. Sonraki oturumu takip etmek için adam salona girdiğinde.
Dinleyiciler arasındaki kadını saçlarından fark ediyor. "Böyle güzel kızıl saçlar görmedim" diyor.
Yanına gidiyor, yan koltuktan kadının çantasını kaldırıp oturuyor.
"Bir kadının çantasına dokunmak! Hem de izinsizce" diyorum gülerek, "bence o an başlamış her şey."
"Tabii canım" diyor kadın, "çantamı alıp öbür tarafa koyunca bende antenler açıldı."
Aradan zaman geçiyor. Telefonlar, mesajlar... O kadar çarpılmış ki adam, bir yandan "cool" tavırla CNN Türk'te analiz yaparken, diğer yandan kadınla mesajlaşıyor!
Aylar sonra.
Buluşunca. Adamın kadına ilk sözü "Sen gerçek misin?" oluyor.
Hepimizin aradığı bu: Gerçek olamayacağını düşündürtecek kadar birini sevmek.
Herhangi bir kızıl saçı dünyanın en güzel kızıl saçına çevirecek.
Ya da.
Kel bir kafayı, dünyanın en güzel kafası sandıracak.
Ortalama bir boy ve kiloyu, dünyanın en güzel bedeni gibi algılatacak.
Herhangi bir bakışı, gülüşü dünyanın en sihirli şeyi yerine koyduracak.
Şunu da unutmamak lazım, aşkta "sen gerçek misin?" sorusuyla, "sen bela mısın" sorusu arasındaki mesafe kısadır.
ANLAMIYORUM!
Sivas'ta pembe renkli, kadın sürücülü taksiler kadınlara hizmet vermeye başlayınca. Her kesimden itiraz geldi.
Bir tek taksi şoförlerinden yok!
İlk onların sokağa dökülmesi gerekmiyor muydu?
"Bu uygulama hepimizi tecavüzcü, sapık yerine koymak oluyor!" demeleri gerekmiyor muydu?
SİZCE DE;
Selin Sayek Böke, her geçen gün Tansu Çiller'e benzemeye başlamadı mı?
Poyraz Karayel'deki Poyraz-Ayşegül aşkını sevme nedenimiz, hesapsız, beklentisiz bir aşk boşluğunu dolduruyor olması değil mi?
Gülben Ergen'in Kelebek'te yazarlığa başlaması, gazeteciliği ciddiye alma döneminin kapanması anlamına gelmiyor mu?
AKLIMDA KALAN
Muhteşem Haydarpaşa Garı: Düne kadar. Bana deselerdi ki, güzel olan bir şey söyle. İnanılmaz güzel olan bir şey söyle. Bulmakta zorluk çekerdim. Ama dün. Öğrendim ki güzelim Haydarpaşa'ya dokunulmayacakmış! Hem de güzelim binaları yıkma, çirkin binalar dikme yarışının yapıldığı bir dönemde! Haydarpaşa Garı, insanların sürüler halinde doluştuğu alışveriş merkezlerine dönüşmeyecek, yerine çok katlı mızraklar dikilmeyecekmiş. Tüm muhteşem haliyle kalacak, yine gar olarak hizmet verecekmiş. Her kim ya da kimlerin bu kararda emeği varsa, onlara binlerce teşekkür edesim, alınlarından öpesim var.