Medya üzerinden işin kabasını izliyoruz: Orada 30 kişi, burada 50
kişi, şurada 500 kişi gözaltına alındı vs.
Oysa esas olup bitenler kılcal damarlarda.
Atatürk Havalimanında, hem de tüm yolcuların geçiş
noktası üzerinde, elleri kelepçeli, kol kola duvar dibine
dizilmiş onlarca kişinin önünden geçiyoruz.
Bizim yüzümüz allak bullak, onların yüzünde ifade yok.
"Kim bu elleri kelepçeli insanlar? Neden burada
bekletiliyorlar?"
İki güne teslim edilmek üzere lamba siparişi verdiğim
Milas'taki dükkândan hafta geçmiş, ses yok.
Meğer dükkân sahibi de FETO'dan firar etmiş!
FETÖ'nün tehlikesi, devletin her yerine işlemiş olmaktan
gelmiyor, altına gizlendiği "masumiyet
örtüsü"nden geliyor.
Dini cemaat görüntüsüyle, hayırsever teşkilat imajıyla,
zavallılaşmış insana "hamilik" yapmasıyla, en
çok satan roman yazarlarının desteğiyle, bekârlığı kafaya
vurmuşlara eş bulan yardımseverlik kisvesiyle, zeki çocukları
ücretsiz eğitim tutkusuyla dokunmuş bir "masumiyet
örtüsü".
Neo liberal saçmalıklar karşısında zayıflayan sosyal devlet
işlevinin tüm boşluklarını doldurarak güçlenen bir illegal
yapı.
Bu işlev, FETÖ'yü kılcal damarlara kadar yerleştiren şey.
Oysa teşkilâtını toplumun kılcal damarlarına kadar yaydığı bilinen
bir iktidar partisi var.
Adalet ve Kalkınma Partisi'nin gücü iki kaynaktan gelir:
Erdoğan'ın kendisi ve her yerde çalışan teşkilât.
Sorun da tam burada.
Kılcal damarda FETÖ ve iktidar partisinin birbirinden ayrılması
süreci yaşanıyor.
Bu ayrılma, siyam ikizinin ayrılma operasyonuna benzetilebilir.
Mesele, tıpkı tıpta yaşandığı gibi, siyam ikizlerini ayırırken
olacaklar.
Biri yaşayacaksa hangisi yaşayacak?
Neyse ki bu sorunun cevabını "siyasi tıp" verdi. Dedi ki,
"Bunları ayırmazsak her şeyi kaybedeceğiz,
ayıralım."
Ayırırken de karar toplum tarafından verildi, iktidar partisi
yaşasın, FETÖ yok edilsin.
Bu konuda, demokrasi paydasında herkes hemfikir.
Toplum, yaşadığı travmadan çıkmaya çalışırken, iktidar
partisinde tartışma yoğun.
FETÖ ile mücadele edilecek ama cemaatlerle ilişkiler ne olacak?
Bu süreçte, önemli cemaatlerden birinin lideri Erdoğan'a şöyle
diyor:
"Konu biz bile olsak, devlet işlerine cemaat ilişkilerini
kesinlikle sokma."
"Hayat çok tuhaf" deyip şaşkınlığa düşebiliriz de,
postmodern dünyayı anlarsak "çok mümkün"
deyip şaşırmayız da.
Adalet ve Kalkınma Partisi, bir yandan camilerde sela okutup
diğer yandan "sekülerleşme"yi tartışıyor.
Ve çok daha ilginç olan, tüm bu sıçramayı iktidar partisinin
kendi kendine yaşıyor olması, bu dönüşümde bir tek muhalefet
partisinin dahlinin olmaması.
KİMİ TUTUYORUM?
Tam da "mitingler göze hitap eder" yazımın
ertesinde, Sıla çıkıp "Yenikapı'daki şova
katılmayacağım" demesin mi?
Tamam, adı demokrasi mitingi olabilir, amacı çok güzel
olabilir, herkes katılmış olabilir.
Ancak bu, siyaset biliminde mitinglerin gücünün katılım oranıyla
ilgili olduğu, katılım rakamı konu olunca da göze hitap
etmesi, bir tür şov olması gerçeğini değiştirmez.
Dolayısıyla, zamanlaması ve seçtiği sözcük doğru olmasa da, Sıla
ile onu linç etmeye kalkan Melih Gökçek arasında ben Sıla'yı
tutuyorum.
"Arsa verin şehit yakınlarına ev yapayım"cı Ali
Ağaoğlu ile, "Arsa isteyeceğine mevcut binlerce
evinden versene" diyen Ahmet Hakan arasında açık ara
Ahmet'i tutuyorum.
DEĞERLENEN ANILAR
Türkiye'nin yakın geçmişiyle, yakın geçmişim çakışınca,
sıradanmış gibi görünen bazı anılar maalesef değer
kazanıyor.
Gazeteci Yener Dönmez, FETÖ'den gözaltına alınınca yaşadığım
bir olayı hatırladım.
Ergenekon davaları sırasında. İlker Başbuğ'un başına dört
koldan çorap örüldüğü günlerde.
Akit gazetesi hakkımda haberler yapardı. Genelkurmay Başkanı
İlker Başbuğ'un danışmanı olduğumdan tutun da, TSK'nın
iletişim ekibinin başı olduğuma kadar.
Hiç birinin aslı yoktu. Geçenlerde yazdığım gibi, TSK'ya konferans
için davet bile edilmemiştim.
Haberlerden bunaldığım günlerden birinde. Akit'in Ankara
temsilcisi Yener Dönmez'i aramıştım.
"Hocam"lı tavrı kibardı.
"TSK'nın iletişim ekibinin başında olduğumu yazıp
duruyorsunuz" dedim, "Lütfen gerçek bir gazeteci gibi
davranın. Genelkurmay'da hayli yaygın bir haber kaynağınız
var. Onlardan birini arayıp İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı
olduğu dönemde o kampüse kaç kez girip çıktığımın bir dökümünü
alın. Eğer iki, üçten fazla
olursa, dilediğinizi yazın."
O günden sonra Akit söylediklerimi teyit etmiş olmalı ki,
peşimi bıraktı.
Tuhaf olan, o dönemde TSK'ya yanlış iletişim fikirleri veren
kişi hakkında FETÖ'cüler bir tek haber yapmadı.
O kişi hiç yıpratılmadı ve şimdi bir gazetede köşe yazmaya
devam ediyor.
YANITIMI ALMIŞ OLDUM
(3)
Vay bee diyorum, meğer FETÖ beni ne çok umursamış ki, hiç
peşimi bırakmamışlar.
Analizlerimden, hayata bakışımdan ifrit olmuşlar.
Kene gibi enseme yapışmışlar.
Geriye dönük cevabını aradığım ne varsa, hepsi kucağıma
düşüyor.
Habertürk'ten ayrılış sürecim mesela. Kocaman bir
cevapsızlıktı.
O dönem yayın yönetmen yardımcısı olan Doğan Satmış'ın "Bir
İşsizin Günlüğü" kitabında yazdığı gibi, çok okunan
bir yazardım.
Yayın yönetmenim Fatih Altaylı, beş gün beşinci sayfada
yazmamı isteyecek kadar yazılarımdan memnundu.
Medya grup başkanı Kenan Tekdağ ile zaman buldukça
kitaplar üzerine konuşurduk.
Sabah'taki editörüm Cüneyt Toros, yönetime "Sayfalarımı
okutan yazar" demişti.
Bana verilen küçük köşe, bazen neredeyse tam sayfaya
kadar büyüyordu.
İlke Key örneğinde olduğu gibi, yazımın olması gerektiği
gün göremeyince, meraklanıp gazeteyi arayacak kadar tutkulu
okurlara sahiptim.
Üstelik, bu niteliklerde bir yazarın aldığı paranın yarısını
bile almıyordum.
Bir akşamüstü Doğan Satmış aradı, "Artık yazı
gönderme" dedi. Canı sıkkındı. Duygusaldı. Onu daha
fazla üzmek istemedim,
"Bekliyordum" dedim, telefonu kapattım.
Ki bu görüşme de o kitapta var.
Nedenini hiç ama hiç anlayamamıştım. FETÖ darbe girişimi, bunu
da cevaplamış oldu.
Vay anasını sayın seyirciler...
AKLIMDA KALAN
"Acaba ne demek istedi"
merakım: Bu yazıyı "Bekleyin de
görün neler olacak" dedikleri 14 Ağustos'ta
yazıyorum. Biraz gevşemek lazım. Mesela, kafama takılan komik
soruyu yazayım size, ne kadar gevşediğimi anlayın.
İstanbul'da, kaldığım otelin altından deniz geçen masasında
kahvaltı yapıyorum. Çayım geldi. Yanına koydukları şekerleri
görevliye uzatıp "Bunları alabilirsiniz"
dedim. Ne dese beğenirsiniz? "Diyet yapacak birine
benzemiyorsunuz." Kafaya taktım, ne demek istemiş
olabilirdi? "Yeterince kilonuz var bir şeker fazla,
bir şeker eksik ne fark eder" mi, yoksa, "O kadar
zayıfsınız ki, bu şekerden ne olur" mu?