‘Bir dostu’ Fehmi Koru'ya, Ertuğrul Özkök’le birlikte Mehmet Barlas-Emre Kongar ikilisinin NTV’de yaptığı programa benzer bir program yapmalarını önermiş.
Bu dahiyane (!) fikri ilk dinleyen de Aydın Doğan olunca, olay fikir olmaktan çıkıp ‘çılgın bir proje’ halini almış. Fakat Etruğrul Özkök kabul etmediği için proje realize olmuyor.
Fehmi Koru’nun kendisinden öğrendiğimiz şekliyle hikaye böyle.
Sanırım bu kadarından haberdarsınız.
Çünkü işin ayrıntılarını internet sitelerinde okumadıysanız bile Fehmi Koru’nun kendi köşesinde olayı ballandıra ballandıra anlattığı, biraz da Ertuğrul Özkök’ü ‘iknaya’ dönük yazısından mutlaka öğrenmişsinizdir.
Fakat bu meselenin benim dikkatimi çeken yanı, projenin ‘çılgınlığı’ değil. Fehmi Koru’nun Ertuğrul Özkök tarafından reddedilen kişi konumuna düşmesi ve Koru’nun bu durumdan hiçbir rahatsızlık hissetmemesidir . Fehmi bey bırakın rahatsız olmayı, bir de bu durumun keyfini çıkarma çabasında.
Fehmi beyin Cumartesi günü yayınlanan yazısını okuyun, bütün bu olaydaki sefaleti eminim siz de göreceksiniz.
Düşünebiliyor musunuz, yazılarınızla neredeyse her gün ‘siz artık bittiniz, söylediklerinizin bu toplumda hiçbir karşılığı yok, siz eski Türkiye’nin günahkar gazetecilerisiniz’ diye ötekileştirdiğiniz, ‘pop sosyolog’ diyerek aşağıladığınız biriyle TV’de program yapmak için can atacaksınız...
Bununla da kalmayacaksınız. Özkök’ün ‘hayır’ cevabı sizi rahatsız etmeyecek!
Üstelik bir de bu tabloda sanki hiçbir tuhaflık yokmuş gibi ‘önceki yazılarınızda amacınızın aslında Ertuğrul Özkök’e hakaret etmek olmadığını’ söyleyerek adamı ikna etmeye çalışacaksınız!
Görünen o ki Ertuğrul Özkök tarafından bile geri çevrilen biri olmak artık Fehmi Koru’ya dokunmuyor.
Üstelik Fehmi bey bu tutumuna bir de kılıf bulmuş: ‘Memleket meselelerini tartışmak istiyorum, söyleyecek sözüm var.’
Demezler mi insana bir gazetede iki farklı isimle köşe yazıyorsun, o ‘kıymetli görüşlerini’ orada niye serdetmiyorsun?
Gerçekten tuhaf günlerden geçiyoruz. Onurlu olmanın, itibarı muhafaza etmenin, asaletin ve küçük düşme utancının kaybolmaya bu kadar yaklaştığı başka bir dönemi ben hatırlamıyorum. Siz biliyor musunuz?
Eskiden tükürdüğünü yalamamak, sağlam durmak, onurlu olmak, asil bir ruh taşımak meziyet değil miydi? Şimdi ise bu özellikler başarısızlık, geçimsizlik, işini bilmezlik olarak kabul ediliyor. Ne acı.
Bu olayda benim en çok canımı sıkansa Koru’nun Ertuğrul Özkök’e bahşettiği ‘itibar.’
Amacım Fehmi beyi yıpratmak değil, sakın yanlış anlamayın. Herkesin merak ettiği ‘Fehmi Koru’ya ne oldu? Niçin aşağı doğru gidiyor’ sorularına cevap bulmak.
Belki de Fehmi Koru kendisi de ‘Ben niçin aşağı doğru gidiyorum’ diye düşünüyordur. İşte bu sorunun cevabı yukarıdaki olayda takındığı tavırdadır.
Hayrettin Karaman Hoca’nın asıl yanlışı
Hayrettin Karaman hocayı yakından tanırım. Mahallenin en kibar, en gözü tok, en asil, dini konularda en bilgili kişilerinden biridir. Fakat Hoca’nın tüm bu vasıfları onu hata yapmaktan muaf kılmıyor.
Bana göre Hayrettin Karaman hocanın tartışma yaratan son yazısı sorunludur.
Hem de iki nedenden dolayı sorunludur. Birincisi; yıllardır hoşgörü dilenciliği yapanların, adam sayılmak için ‘karşı mahalle'yle pespaye ilişkiler kurmaya çalışanların, iktidarın gücüyle birer kaplan kesildikleri bir ortamda Karaman Hoca’nın da böyle bir görüntü vermesi kötü olmuştur.
Hayrettin Karaman hocanın naif kişiliğiyle bağdaşmıyor bu.
İkincisi: Dindar- muhafazakar- İslamcı entelektüellerin kaleminin, sadece ‘kendi mahallesinden olmayan günahkarlar’ için kalkıyor olması büyük bir sorundur.
Bu meselede benim de aklıma takılan sorular var. Bakalım bir cevap bulabilecek miyiz.
Sanırım Hayrettin Karaman Hoca dindarların açıktan günah işleyenlerle aralarına bir mesafe koymalarından bahsediyor. Yanılıyor muyum?
Açıktan günah işleyenlerin dindarları zorda bıraktığını anlatmaya çalışıyor. Bu tür günahların ortalıkta işlenmemesi gerektiğini söylüyor. Öyle değil mi?
Peki ‘iyi Müslüman’ olduğu halde ikili ilişkilerinde her türlü pespayeliğe tenezzül etmekte, gayri ahlaki tutum takınmakta beis görmeyenlere nasıl bir hukuk uygulayacağız?
Peki ya dindar olduğu halde fahiş söz söyleyenleri nereye koymalıyız?
Namazını kıldığı, orucunu aksatmadığı halde başkasının hakkını gasp etmeyi, ele geçirdiği haksız kazancı veyahut mevkii kaybetmemek için her türlü yolu, iftirayı, mubah görenleri ne yapacağız ?
İçki içmek, hovardalık etmek, açık saçık giymek günah ve ‘tahammül edilmesi gereken’ davranışlarsa, başkalarını hakkını yemek, ihalelere fesat karıştırmak, yardım adı altında rüşvet almak, arkadaşını satmak, ortağını kazıklamak gibi günümüz dindarlarında sıkça görülen davranışları hoş mu göreceğiz?
Yaşadığımız son süreçte ortaya çıkan tabloya bakarak ‘Evet, dindar kesim herkesin göğsünü kabartacak bir ahlaki yeterlilikte’ diyebilir misiniz? Dindar kesim hangi vasfından dolayı dindar olmayan kesime tahammül veya hoşgörü göstermeyi hak ediyor?
Mesela bunca yıldır dini eğitim almış, yıllardır Kuran’la, hadisle, ayetle iç içe hayat sürmüş insanların niçin aldıkları dini terbiyeyle bir seviye tutturamadığını; niçin ahlaklı, karakterli, yüksek kültürlü, güvenilir, müşfik, alçakgönüllü bireyler olamadıklarını sormamız gerekmiyor mu?
Hatta bu sorulara cevap aramak Hayrettin Karaman Hoca ve diğer dindar entelektüellerin görevi değil mi?
Peki açıktan günah işleyenlere ‘tahammül edelim’ de, günahı bir ‘dini yorumla’ helale çevirenleri ne yapacağız?
Bu meseleler orta yerde duruyorken, küçük işlerle uğraşmak bize yakışır mı?
Bilge Kral Aliya’nı güzel bir sözü var: Belki günah işliyorum ama ahlaklı bir Hıristiyanı ahlaksız bir Müslümana tercih ederim.
Peki biz hangisini tercih ediyoruz? Dindar Müslüman olsun ama çamurdan mı olsun diyeceğiz?
Son süreç herkese bir kere daha gösterdi ki din = ahlak değilmiş. Bir insan dindar olup gayri ahlaki tutumlar içine girebiliyorken, dinle alakası olmayan kişiler gayet namuslu, ahlaklı da olabiliyormuş.
Öyle değil mi?
Peki ‘dini terbiye’ insanları adam etmediğine, yüksek ahlaka, sağlam karaktere ulaştırmadığına göre, toplumsal ilişkilerde kriter ne olmalı?
Bence Hayrettin Karaman hocanın asıl kafasını yorması gereken mesele burası. Gerisi teferruat. Kimin kime tahammül edeceğini, bu sorunun cevabını bulduktan sonra veririz. Haksız mıyım?
Medyanın Yaşar Büyükanıtları 2
Geçtiğimiz günlerde yazdığım bir yazıda medyanın Yaşar Büyükanıtlarına dikkat çekmiştim.
Ne zaman bir mesele yargıya intikal etse, hemen o davanın sanıklarına ‘tanırım iyi çocuktur’ muamelesi çekecek bir gazeteci çıkıyor.
Muhafazakar görünümlü beyefendi ve hanımefendi gazeteciler bu ‘kredilerini’ genellikle Deniz Feneri davası sanıklarında kullanırken, diğer gazeteci beyefendi ve hanımefendiler ise Ergenekon sanıklarının, Ahmet Şık’ın Nedim Şener’in ve Soner Yalçın gibilerin üzerinde kullanıyor.
Dikkat edin, ne muhafazakar görünümlü gazeteciler Ahmet Şık, Nedim Şener veyahut benzerlerinin uğradığı ‘hukuksuzluktan’ bahsediyor, ne de diğerleri Deniz Feneri sanıklarına uygulanan ‘hukuksuzluktan’ bahsediyor.
Sizce de tuhaf değil mi?
Eğer bu vicdan gösterileri samimiyse, niçin herkesin vicdanı kendi adamına kabarıyor?
Neyse, tüm bu meselede benim asıl dikkatimi çeken vicdansızlık ise Hanefi Avcı’nın yalnız ve sahipsiz bırakılmış olmasıdır.
Dikkat ediyor musunuz? Hanefi Avcı kimsenin aklına gelmiyor. Niçin hapiste olduğunu sanırım benim gibi kimse bilmiyor. Ve işin acı olan tarafı daha önce Hanefi Avcı’yla arkadaşlık, dostluk, yakınlık kuran gazetecilerin bile Avcı’yı yalnızlığa terk etmiş olmalarıdır.
Bir çok gazeteci arkadaşa sordum: Niçin Hanefi Avcı’yı yazmıyorsun? Verdikleri cevap: ben o meselenin iç yüzünü bilmiyorum , haklı mı haksız mı emin olmadığım için yazmıyorum. Gibi bir bahaneden ibaretti. Yazmadan meselenin iç yüzünü nasıl öğreneceğiz ki?
Şimdi bakıyorum: Deniz Feneri davasının da şike davasının da iç yüzünü bilmeyenler sanıklar lehine kalem oynatmaktan imtina etmiyorlar.
İnsanların nasıl bu kadar ruhsuz hale geldiklerini gerçekten anlamıyorum.
Hele 28 şubat döneminde Hanefi Avcı sayesinde bir parça nefes alan muhafazakar kalemlerin suskunlukları tam bir korkaklık.