Erdoğan'ın danışmanları saray soytarısı mıydı?

Erdoğan'ın danışmanları saray soytarısı mıydı?

Oktay Kaynarca, Sabah gazetesine konuşmuş. "Gezi başlı başına hataydı" demiş. Kıyamet koptu büyük dünyanın minicik kesiminde.

Adam. "Gezi hataydı" diyemez mi? Diyebilir. O gün desteklediğini bugün reddedemez mi? Reddedebilir. Kaldı ki, Oktay Kaynarca dese ne olur, demese ne olur! Etki katsayısı yüksek biri değil ki.

Ve fakat. "Ben böyle bir cümle kullanmadım" diyor. Eklendiğini iddia ediyor.

Medyanın insan katletme tarihinde bu da bir şey mi?

Sanırım sene 2004'tü. Erdoğan iktidarının ikinci yılı. Ekibinin güçlü ve görkemli günleri. Ömer Çelik, Yalçın Akdoğan, Egemen Bağış gibi isimlerde hava binbeşyüz.

Ben ise. "Liderler, İmajlar, Medya" kitabını çıkarmış, siyaset ve imaj üzerine medyada ahkam kesen neredeyse tek akademisyenim.

Dergiciliğin ölmediği zamanlar. Aktüel dergisi benimle bir söyleşi yapıyor. Doktorasını yeni tamamlamış emekli öğretmen çocuğu olan bana tam dört sayfa ayırmışlar!

Dergiyi elime alıp o dört sayfayı bulduğumda. Donup kalıyorum. İki sayfaya yayılan başlık şöyle: "Nuran Yıldız dedi ki: Başbakanın Danışmanları Saray Soytarısıdır!"

Haydaaaa!

O an. İlk aklıma gelen. Heybetli danışman ordusunun beni mahkemeye verişi oluyor. Krediyle aldığım, tek mülküm olan arabam tazminata karşılık elimden gidecek diyorum.

Başıma gelecekler birbir resmigeçit yaptıktan sonra. Gerçeklere dönüyorum. İyi de ben böyle bir laf etmedim ki.

Kendimi hukuken korumam gerek. Aktüel'e, kınayan bir açıklama fakslıyorum: "Yaptığınız gazetecilik değil, kaset çözümüne bakarsanız böyle bir cümle kurmadığımı görebilirsiniz vs."

Röportajı yapan sevgili Fatma Durmuş (şimdi nerde acaba) bu başlığı kendisinin atmadığını, editörlerin yaptığını söylüyor.

Erdoğan ve ekibinden tırsıldığı günler. Telefonum çalmaya başlıyor. Eş dost panikte. Nasıl öyle bir cümle kurmuşmuşum, kafayı mı yemişmişim vs.

Her telefon çalışında mahkeme celbiyle ilgili bir haber gelecek diye yüreğim ağzımda.

Ve o telefon geliyor. Arayan Akif Beki. Kanal 7'nin Ankara temsilcisi. Kanalına çok sık konuk olduğum için dostuz.

Akif'in sesi muzip: "Başbakanın danışmanlarına soytarı demişsin."

Başlıyorum Akif'e derdimi anlatmaya. Yok öyle demedim falan. Önce dinliyor, sonra gülerek "Başbakanın soytarı dediğin danışmanları bu akşam seni görmek istiyorlar."

Akif'e "Olur" derken, kendime de "arabamın fiyatı tazminata yeter mi acaba?" diyorum.

Akşam. O günlerin gözde mekanı Köroğlu Caddesi'ndeki Wok'tayım.

Masada danışmanlar ve Akif var. Oturuyorum. Hiç birinin yüzünde kızgınlık yok. Çatık kaş yok. "Ne içersiniz?" diyor içlerinden biri.

Tam "rakı" demek için ağzımı açarken içimdeki ses durduruyor: "Zaten adamlara soytarı demişsin, bir de rakı iste de üstüne tüy dik!" Küçük sesle "portakal suyu" diyorum.

Ömer Çelik konuya giriyor, "Aktüel'deki söyleşinizi okuduk." Masadakilere açıklıyorum: "Bakın söyleşiyi dikkatle okursanız metinde böyle bir ifade kullanmadığımı görürsünüz. Ben Türkiye'de danışmanların saray soytarılığı işlevinden söz ediyorum, genelleme yapıyorum."

Gerçekten de danışmanlık işlevinden söz etmiştim. Başbakanın ekibi konu bile değildi. Ne var ki sayfayı hazırlayanlar, sonraki soruya verdiğim cevapla birleştirmiş, aradan cümleler atmış ve ortaya sansasyonel başlık çıkmıştı.

Danışmanlar haklı olduğumu, Türkiye'de medyanın nasıl işlediğini bildiklerini, sadece röportajdaki tespitlerimin ilgilerini çektiği için tanışmak istediklerini söylemişlerdi. Şaşkındım.

Konu tatlıya bağlanmıştı. Ama. Bir iletişim akademisyeni olarak gazeteciliğin geleceğinden endişelenmeye başlamıştım. Haklı da çıktım.

O günden sonra. Söyleşi tekliflerini bin düşünüp bir kabul ettim. Yine de söylemediğim şeyleri metne ekleyip hayatımı karabasana çeviren söyleşi de oldu. Belki o da başka sefere.

Meslek etiğini toprağa verdiğimiz günden. "Haberin namusu" kavramı çiklet gibi çiğnendiğinden bu yana. Televizyonda birkaç saniye yer bulmak için. Okunup çöpe atılan bir gazetede yer bulmak için insanları harcamak, medyanın görünmeyen yanındaki en kara, en namussuz maliyetlerdendir.


KENDİ OKURUMA NOT

Önceki yazıda dediğim gibi Ertuğrul Özkök'le konuştum. Üretkenliğine gıcık olduğumu üstüne basa basa söyledim. Öyle değerli şeyler söyledi ki, onları ikinci yazı yapmaya gönlüm elvermedi. İlk yazı olarak yazacağım.

ANGARALI PLAJDA BİLE FARKLI

Zakkum'un yeni klibine televizyonda rastlayınca durdum. Çünkü Zakkum'u severim. Solistleri Yusuf okulumun öğrencisiydi.

Klip plajda çekilmiş. Yusuf'un takım elbiseyle deniz kıyısında yürüyüşüne bakarken dedim ki, "Adam tam Ankaralı."

İstanbullu plajda klip çekiyorsa kaslarını ve baklavalarını başrole koyar. Bizimkiler takım elbiseyle kumlara batar çıkar.

İstanbullu ellerini saçlarının arasında okşarcasına gezdirir. Bizimki pantolon cebine sokar.

İstanbullu plajda masa kurmuşsa. Masada da dört kişi varsa. Üçü bikinili hatundur. Bizimkiler dört kişilik masa kurarsa. Hepsinin erkek olma olasılığı çok yüksektir. Ki klipte öyle.

İstanbullu "şarkıyı boşver, görüntüler nasıl" der. Bizimkiler "görüntüye az, şarkıya çok dikkat et" der.


AKLIMDA KALAN

Sahteye tutkuda son nokta: Daha önce. Sultan Süleyman'ı taklit eden oyuncunun balmumu heykeli önünde "padişahı görme kuyruğu" oluşunca yazmıştım. Sahteye tutkumuz, gerçeği yok etti. İstanbul'un orta yerine Kabe'nin maketini koyduklarında da. Süleyman Şah Türbesini taşımak oluyorsa Kabe'yi taşımak da olur deyip geçecektim. Halkımız maket Kabe'nin etrafında tavaf etmeye başlayınca. Korktum. Kılık kıyafette, saatte, çantada sahtenin altın çağını yaşayan memleketimde. Gerçeğe kimsenin tahammülü yok. "İmaj: Görmenin Kültür ve Politikası" kitabında şöyle diyor Robins: "Gerçeklik, ne kadar gerçekten uzaklaşırsa o kadar gerçek muamelesi görür..." Kabe'nin maketini konuşuyoruz ama. Kendinize bakın. Gerçek dostlarınızı sahte dostlarla değiştirmiş olabilir misiniz?