Yazı aralarım uzadı.
Grip aileyi esir aldı. Önce. Babam ve annem grip oldu. Onları toplayıp benim eve yerleştirdim. Aklım onlarda kalacağına onlar bende kalsın dedim.
Hastaneler, ilaçlar derken. Ben de gripten iki seksen yattım.
Gündem ağırlaşınca, asıl yazmak istediğim konular da önemsiz gibi kalınca.
Yazmak zorlaştı.
Mesela, çoğumuz fark etmedik. Akdeniz Üniversitesi'nde çift kol nakli yapıldı.
"Ne yapalım yani bunca mesele arasında" diyebilirsiniz.
Can sıkıcı olan da bu, "bunca mesele arasında" asıl yazmak istediklerimi yazamaz oldum.
Oysa. "Bunca mesele arasında", çift kol nakli müthiş çarptı bana.
Düşünsenize kalp, böbrek, karaciğer gibi organ nakilleri hep bedenin görünmeyen yanındaydı.
Çift kol ise ortada. Göz önünde. Organ bağışı yapan vericinin ailesini düşünün. Çocuğu öldü ama kolları yaşıyor!
Bu nasıl bir duygu. Nasıl bir durum.
Ya, yeni kollara sahip olan genç adamın iç dünyasında neler olup bitiyor? Empati kurabiliyor musunuz?
"Başkasının elleriyle yaşamak" nasıl bir şey?
Dokunmak, en temel duyulardan biri. Hiçbir şeye, hiç kimseye dokunamadığınızı düşünebiliyor musunuz?
Başkasının elleriyle, dokunma hissini yaşamak.
Bu konu üzerine günlerce yazabilirim. Önümüzde deve dişi gibi konular varken olmuyor.
Mesela, yeniden açılan 1 Mart tezkeresi tartışması.
Her zaman "yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesinden yanayım. Başkalarının savaşlarında, bizim çocuklarımızın ölmesini asla anlamam.
Bilmekte yarar var. 1 Mart tezkeresinin çıkmaması, ABD'nin Türkiye ile ilişkilerinde bir türlü baş edemediği Vietnam, 11 Eylül gibi bir sendroma dönüşmüştür.
"Tanklar ve Sözcükler"de yazmıştım, o tezkere ABD'nin Irak stratejisinin iletişim ayağını çökertmişti.
"Mıhlama" adını verdikleri operasyon, Türkiye üzerinden yapılacak işgalin algıları esir alacağı üzerine kuruluydu.
ABD bir strateji çizmişse, önce iletişim politikasını çizmiştir.
Türkiye'nin Suriye'leşmesini istiyorsa, ABD adına konuşanların içerik analizine dikkat edin.
Her açıklamaları, (PYD, Suriye, Rusya üzerine) etrafımızdaki çemberi daraltmaya yönelik.
Böyle durumlarla, medya üzerinden açıklamalar yaparak baş edilemez.
Keşke Erdoğan ve Davutoğlu'nun etrafındaki kadro, aynı görüşte olmasalar da dünya meselelerine hakim bilgi ve deneyim sahibi uzmanlarla desteklense.
Bir başka deve dişi gibi konu. Mülteci meselesi.
Sınırımıza gelmiş binlerce insana duyarsız kalamayız. Ama gelişmiş dünyanın iyilerini alıp, istemediği "insan artıkları"nı attığı bir atık merkezi de olmamalıyız.
Türkiye, iletişim politikasıyla aslında her ülkenin "göçmen"lerden oluştuğunu hatırlatmalı. Göçmenlik ortak bir insanlık halidir.
Adana otogarında. Suriyeli bir bebeğin soğuktan ve açlıktan ölmesine engel olamıyorsak, milyonlarca göçmenin yaratacağı sorunlarla baş edecek mekanizmalar gerekiyor.
Okur bana, "eleştiriyorsun ama çözüm önermiyorsun" diye kızıyor. Önermez miyim, öneriyorum. Bir şeyi eleştirmek, "buradan gitme" demek değil midir?
Mesela. Deve dişi gibi konular, dış politika, terör, mülteciler gibi meseleler medya üzerinden çözülemez. Kapalı kapılar arkasında, işini iyi bilen uzmanların yürüttüğü, sağduyulu diplomatların mekik yöntemine geçmek gerekli.
Agresif dış politika stratejisinde devre dışı bırakılmış uluslararası ilişkiler uzmanları göreve çağrılmalı.
Ve. Her şekilde varlığını, medyada ahkâm kesme üzerine kurmuş uzmanlardan uzak durulmalı.
ABD-Rusya arasına sıkışmak, kıymanın tavan fiyatından çok daha önemli.
İLETİŞİM STRATEJİSİ DEYİP DE GEÇMEMEK LAZIM
Başbakan Davutoğlu'nun açıkladığı eylem planında iletişim stratejisi de var.
İstanbul'da tanık olduğum durumlardan biri, iletişim firmalarının çoğunun görkemli isimlerle süslenmiş kağıttan yapılar olduğu.
Medya odaklı çalışmak dışında çok zayıflar. Bir akıl, bir çözüm yok.
Sayın Davutoğlu'na önerilerim;
Bir, iletişim şirketlerini boş verin. Ankara'yı bilmiyorlar ki, Güneydoğu'ya çözüm üretsinler. Konuya özel kendi iletişim ekibinizi kurun.
İki, ekibinizde empati becerisi olan sosyolog ve psikologlar da yer alsın.
Üç, ekibinizde öğretmeyi seven değil, dinlemeyi bilenler bulunsun.
Dört, ekibinizi alan deneyimi için bölgeye gönderin, koşulları yaşayarak öğrensin.
Beş, bu ekibin çalışma üssünü Ankara'nın orta yerinde değil, hedef kitlenin orta yerine kurun.
KÖTÜ YOLA DÜŞMÜŞ GİBİ HİSSETTİM
Hüseyin Çelik, Ahmet Hakan'a, partisinin durumunu ve neden eleştirdiğini anlatırken şöyle demiş:
"Kemalistlerin düştüğü duruma düşmeyelim."
Bu cümleyi okuyunca. Nedense kendimi, Yeşilçam filmlerinde kötü yola düşen Fatma Girik gibi, Türkan Şoray gibi hissettim.
HAYAT SÜRPRİZLERLE DOLU
Geçen günlerde. Travel Dreams'den sevgili Günnur aradı.
"Bu yıl 8 Mart'ta, Prag'ta konuklarımızla kadınlar ve aşklar üzerine sohbet etmenizi çok isteriz" dedi.
Hiç düşünmeden kabul ettim.
Düşünsenize. Kafka'nın Milena'ya mektuplar yazdığı kentte, aşk, kadın, mektup stratejisi üzerine konuşacağız.
Bekleriz.
FUTBOLUMUZ NE ZAMAN KURTULUR?
Bir, teknik direktörlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynanmadığı zaman,
İki, teknik adamlar kulüp başkanlarının günah keçisi olmadığı zaman,
Üç, iyi futbolcuları küstürüp onlarda, "Gideyim de nereye gidersem gideyim" hissi uyandırmadığı zaman,
Dört, spor sayfalarında, büyük takımların dört gol yemelerinin nedenlerini analiz eden haberler yerine, dört golü atan takımın başarısını analiz eden haberleri gördüğümüz zaman.
KEŞKE
Kişisel dünyamda "keşke" sözcüğünden hoşlanmam. Dışımdaki konulara bakınca;
Keşke diyorum, 3-3 biten Amed Spor-Fenerbahçe maçı seyircili oynanabilseydi.
Keşke, özel televizyonlarımız, herkesin tek derdi evlenmekmiş gibi, evlilik programlarından geçilmiyor olmasaydı.
Keşke, Selin Sayek Böke'nin vaftiz edilip edilmediğinin konu edilmeyeceği kalitede bir siyasetimiz olsaydı.
AKLIMDA KALAN
THY'nin "Super Bowl" reklamları: THY'nın, "Super Bowl" karşılaşmasının devre arasında yayınlanan reklamlarını sevdim. THY, küresel bir marka olmanın özgüvenini, son derece iyi kotarılmış iki reklam filmiyle gösterdi. Çok büyük bütçeyle de olsa, emeği geçen, cesaret eden herkesi kutlarım.