Bugün köşemi ‘Bilge Kral’a tahsis ediyorum

Bugün köşemi ‘Bilge Kral’a tahsis ediyorum

Başbakan Erdoğan’ın ‘dindar nesiller yetiştireceğiz’  çıkışı etkisini çabuk gösterdi.

Müslümanlığı Taliban düzeyinde yorumlayan bazı AK Partili milletvekilleri ‘dini eğitim’ safsatasıyla yeni bir çalışma başlattılar.

Daha önce de yazdım: Bugüne kadar uygulanan ‘dini eğitim’in sağlam karakterli, namuslu, kişilikli, dünyayla barışık insan çıkarmadığı ortada.

Buna rağmen meseleye ‘dini eğitim’ düzleminden bakmak, ülkeye yapılacak en büyük ihanettir.

TÜSİAD’ın açıklaması tarafları gerdi. Bu açıklama bahane edilerek sağlıklı tartışmanın önü muhafazakar medya tarafından kapatılıyor.

Daha öncede yazdığım gibi TÜSİAD’ın açıklamasını gayet makul, gayet soğukkanlı, gayet efendice bir açıklama olarak görüyorum.

Hükümetin göstermesi gereken ama ne yazık ki göstermediği hassasiyeti, yani geneli düşünmeyi TÜSİAD gösteriyor.

Başbakan Erdoğan’ın TÜSİAD’ı işlevsiz kaldığı asıl konularıyla alakalı değil, eğitim konusu üzerinden eleştirip bu kadar önemli bir meseleyi hamaset düzlemine çekmesini de yakışıksız buluyorum.

Hele başbakandan sonra her AK Partilinin ve bütün muhafazakar medyanın TÜSİAD vesilesiyle hamasetin doruğuna çıkmalarını da zeka ve karakter fukaralığı olarak görüyorum

Başbakan Erdoğan sadece bu ülkede çocuğunu imam hatibe gönderen bir kısım ailenin değil, tüm Türkiye’nin başbakanıdır.  Başbakanın ülkedeki her çocuğun sağlam bir eğitim almasından sorumlu olduğunun farkına varmasını bekliyorum.

Bu konuya dair bir önceki yazımda muhafazakar medyaya büyük sorumluluk düştüğünün altını çizmiş ve bir çağrı yapmıştım. Bazı köşe yazarları dışında muhafazakar medya meseleye  hala hamasetle yaklaşıyor.

Son sözü 'Bilge Kral’a;  büyük düşünür, büyük devlet adamı Aliya İzzetbegoviç’e bırakmak istiyorum. ‘Dindar nesil’, ‘dini eğitim’ üzerine yazdığı harika bir makalesini sizinle paylaşmaya karar verdim.

Bu yazıyı ‘dini eğitim’ diye çocuklarımızı  birer ölüye çevirenlere ithaf ediyorum...

Çocuk eğitimi, dini eğitim

Aliya İzzetbegoviç

Bu makaleyi, küçük bir sohbet olarak tasavvur ediniz lütfen.

Kısa bir süre önce, iyi ve heyecanlı bir Müslüman olan yakın dostumu, Müslüman gençliğin eğitimi hususunda bir makale yazarken buldum. (…)

Dostum dinin ruhuna uygun bir eğitimde ısrar ederken, ebeveynleri, çocukları nezdinde nezaket, iyi davranma, tevazu, kendisini ön plana çıkarmama, merhamet, bağışlama, kadere boyun eğme, sabır vs. hasletlerini kazandırmaya çalışmalarını davet ediyordu. O, çocukların sokaktan, kovboy ve kriminal filmlerinden, faydasız basından, saldırganlığı ve yarışmacılık ruhunu tahrik eden sporlardan vs. uzak tutulmaları hususunda eğiticileri özellikle ikaz ediyordu. Yine de dostumun makalesinde en sık rastlanan kelime “itaat” idi. Evde çocuk ana ve babaya, mektepte hocaya, okulda öğretmene, sokakta düzen koruyucusuna (polise), yarın ise işte müdüre, şef ve sorumluya karşı itaatkâr olmalıydı.

“İdealini” tasvir etmek maksadıyla yazar, her türlü kötülükten sakınan, sokakta dövüşmeyen, kovboy filmleri seyretmeyen (onun yerine müzik okuluna giden), futbol oynamayan (çünkü bu spor çok fazla serttir), uzun saçı olmayan, kızlarla gezmeyen (“zamanı gelince ana ve babası onu evlendirir”) bir çocuğu tasvir etmektedir. O asla bağırmaz, sesi hiçbir yerde duyulmaz, o her zaman ve her yerde teşekkür eder ve özür diler. Yazar söylemiyor ancak devam edebiliriz: Hakkını yiyorlar o susuyor. Şamar vuruyorlar o karşılık vermiyor, sadece bunun iyi bir şey olmadığını ortaya koymaya çalışıyor. Tek kelimeyle o “karınca bile ezmeyenler”dendir vs.

Bu makaleyi okurken, cehenneme giden yolun iyi niyetlerle döşendiğini ifade eden o sözü anladım. (…)

İnsanların hatalı eğitimi... Aslında, asırlardır, birinci kaynaktan gelen İslamî fikrin anlaşılamamasının neticesi olarak biz, gençliğimizi yanlış eğitiyoruz. (….)

Gerçek kökenini bilmediğim, fakat kesin olarak İslam’dan kaynaklanmayan itaatin bu mutsuz felsefesi mükemmel ve bahtsız bir şekilde birbirini tamamlamaktadır: Bir taraftan o, canlı olanları ölü  haline getirmekte, diğer taraftan ise din adına yanlış ülküleri ön plana çıkararak, daha yaşamadan evvel ölen kimseleri İslam’ın etrafına toplamaktadır. O, normal insan mahlûklarından, suç  ve günah duygularının takibatında, aynı zamanda hakikatten kaçan ve pasiflik ve tesellide sığınak arayan hayatı ıskalamış  şahsiyetler için çok cazip olan, kendinden emin olmayan insanlar yaratmaktadır. (…)

Müslüman değil, tebaa... Mükemmel, sakin, tam tebaa. Neredeyse uşaklar eğitiyorduk (veya topluyorduk). Bizimle her türlü iktidara ne mutlu! Fitne, esaret ve adaletsizlik dolu bir dünyada, gençliğe sakınmasını, sakin olmasını, itaat etmesini öğütlemek aynı zamanda kendi halkının ezilmesi ve esir edilmesinde ortak olmak değil midir? (…)

Gencimize İslam’ın ne olması gerektiği değil, eskiden ne olduğu anlatılmaktadır. O, Alhambra ve geçmişteki fetihleri, Binbir Gece’nin şehrini, Semerkand ve Kurtuba’daki zengin kütüphaneleri bilir. Onun ruhunu devamlı olarak geçmişe doğru çevirmektedirler ve o, ondan yaşamaya başlar. Tabiî ki geçmiş önemlidir. Ancak bugün, eski atalarımızın yaptığı mükemmel güzellikteki tüm camileri saymaktan çok, mahallemizdeki mütevazı camimizin eskimiş çatısını tamir etmek daha önemlidir. Hatıralardan ve geçmişi arzulayarak yaşamaya sebep olacaksa eğer, bütün o muhteşem tarihi yakmak gerekecek galiba. Eğer, geçmişte yaşanamayacağını ve kendimizin bir şeyler yapmamız gerekeceğini öğrenmemiz şart olacaksa, o muhteşem abideleri yakmak daha iyi olur. (…)

Rahatlıkla söylenebilir ki Kur’an teslimiyetçiliği yasaklamıştır. Çok sayıda sahte büyüklük ve otorite yerine Kur’an, sadece tek ve biricik teslimiyeti tesis etmiştir. (…)

Şimdi, ana babalara ve eğitimcilerimize ne tavsiyelerde bulunabiliriz? Her şeyden evvel, gençlerde bulunan güçleri öldürmemelerini tavsiye edebiliriz. Öyle yapacaklarına, onları yönlendirsin ve belli bir şekle soksunlar. Onların uyuşuğu Müslüman değildir ve ölü birini İslam’a “çevirmenin” imkânı yoktur. Müslümanları eğitmek için insanları eğitsinler, hem de en mükemmel ve kapsayıcı şekilde. Onlara tevazudan çok şeref ve haysiyet, teslimiyetçilikten çok cesaret, merhametten çok adalet hakkında konuşsunlar. Kendi yolundan gidecek ve bunun için kimseden izin istemeyecek şeref sahibi bir nesil yetiştirsinler.

Çünkü hep aklımızda tutalım: İslam’ın ilerlemesini –her türlü ilerlemeyi- sakin ve teslimiyetçi kimseler değil, cesur ve itirazcı (isyankâr) ruhlu kimseler gerçekleştirecektir.

Ali Bulaç bir şey mi demek istedi?

Ali Bulaç’ın geçtiğimiz günlerde yayınlanan  ‘ganimeti paylaşalım’ temalı yazısını eleştirenler arasında ben de vardım.

Bulaç, eleştirenlere Cumartesi günü, üstü kapalı bir cevap vermiş.  Niye üstü kapalı, imayla, göndermeyle cevaplıyor? Muhataplarından daha yetkin, üstün olduğundan,  kibrinden mi? Bence öyle değil. Gazetecilik değil, akademi kökenli olduğundan sanırım. Basınımızdaki köşe yazarlarının sık sık kendi aralarında şifreli bir frekansta yazışmalarında,  gazeteciliğin gereği olan netlik, berraklık, doğrudanlık içselleştirilemedi hâlâ.

Bulaç’ın şahsımı nitelerken bariz şekilde istiskal niyetiyle kullandığı “Eski İslamcı yeni muhafazakar demokrat” tanımlaması üzerine bir çift söz söyleyeceğim. Zira daha önce de birkaç kez aynı ifadeyi kullanmıştı: “Eski İslamcı, yeni muhafazakar demokrat.”

28 Şubat döneminde kanal kanal dolaşıp “İslamcılık bitti” diyerek ilk teslim bayrağını en önde taşıyan Ali Bulaç Bey değil miydi? Yoksa yanılıyor muyum?

Yeni Şafak’tan ayrılıp Zaman’a geçiverdi. Çünkü 28 Şubatla beraber siyasal İslam döneminin sona erdiğini, dinî inancın bireysel ve sosyolojik bir olgu olarak sınırlandığını düşünüyordu.

O sürecin, o geçişin yakın tanığıyım.

Olabilir. İnsanların görüş, inanç, duyuş ve yaklaşımlarında az veya çok değişimler meydana gelebilir.

Buna karşılık, Ali Bulaç bilmeli ki ben onun “bitti” dediği zaman İslamcılığı terk edenlerden değilim.  Rüzgar tersine dönünce de yeniden İslamcılığa avdet etmedim. Zira zihinsel esarete yakalanmış, varlığını bir topluluğun içinde olmaya bağlamış kimselerden değilim.

Ben İslamcılığa sahici, özgür, kişilikli bir insan olmak için benimsemiştim.  İslam terbiyesinin beni daha cömert, müşfik, adaletli  kılacağına inanmıştım.

Şimdi, yani 28 Şubat’tan çok sonra, “Ganimet paylaşımı” dönemindeyse;  İslamcılığın kokuşmuşluk, yozlaşma, hak tanımazlık, açgözlülük, insafsızlık, tatminsizlik ve kişisel çıkara dayalı ilişkilerden ibaret hale geldiğini görüyorum. Bu ganimet fırtınasını; el etek öpmeli , ağızdan köpük saçmalı, görgüsüz, saygısız, şuursuz, ağzı bozuk, sinsi, dalkavuk, zalim, zekadan yoksun, kalpsiz İslamcılığı asla kabul etmiyor, benimsemiyor, istemiyorum. Kim istiyorsa, onun olsun.

Peki Ali Bulaç kendini nasıl tanımlıyor? Lütfedip bizimle paylaşır mı?

Diğer taraftan Ali Bulaç’ın dediği “Eski İslamcı, yeni muhafazakar demokrat” lafı, akademisyen ciddiyetiyle de, gazeteci doğruluğuyla da örtüşmüyor.

Manyak mıyım? Niye muhafazakar demokrat olayım?

İnsan bataklıktan çıkıp çamura girer mi? www.twitter.com/acikcenk