Bizde bir söz var...

Bizde bir söz var...

Tamam, adı FETÖ değildi ama yıllar yılı bu yapının amacını da, yaptıklarını da bilmeyen yoktu.

Kimi haykırdı, kimi belgeye döktü. Kimi bildi, bilmezden geldi. Kiminin işine geldi, kimi zaten mürittendi.

Kimi kördü, kimi sağırdı. Kimi kandırıldı.

Anladık. 

Ve. Fakat.

FETÖ’cüler çok uzun zamandır “bylock” haberleşme programını kullanıyorlarmış.

Öyle “deşifre olduklarını anlayınca Bylock’a geçmişler” diye sizle dalga geçmelerine bakmayın. O kadar kısa zamanda bu kadar geniş bir ağa ulaşılması mümkün değil.

Bylock kullanıcı listesinin uzunluğuna bakılırsa, o kadar yaygın bir ağa sahiplermiş ki, kimse buna “gizli şifreli ağ” diyemez.

Hele de bizimki gibi ağzı torba olsa büzemeyeceğin toplumlarda, mümkün değil.

Yüzlerce insan telefonuna “bylock” indirdiğine göre, bu ağ öyle kapalı devre de değil.

Yani. Her şey ayan beyan ortadayken, “bylock” işine esrarengiz bir hava yüklemeye gerek yok.

Bizde çok bilinen bir söz vardır, “üç kişinin bildiği sır değildir” derler.

Bylock’culara bakarsanız, ne üçü ne beşi…

Koskoca subayların, generallerin, hâkimlerin, savcıların “imam”larına bakıyorsunuz, değil emirlerini yerine getirmek, omuz silkip geçeceğiniz tipler…

Tuhaf, çok tuhaf.

Neredeyse, 15 Temmuz gecesi, uzaylıların gelip frekans ayarlarımızla oynadığını düşüneceğim.

Hani öyledir ya, uzaylı yaratıklar dünyaya inerler ve ele geçirdikleri insanların bedenlerine yerleşirler, sonra birden ortaya çıkıverirler…

Ele geçirdikleri bedenler herkes olabilir, eş dost, arkadaş, mahallenin bakkalı, çaycınız vs.

Bu sizi tırsıtmıyor mu, beni tırsıtıyor.

BİR DOĞRU, İKİ YANLIŞ VAR

Redhack’in rivayetine göre Ahmet Hakan’a Hürriyet’in genel yayın yönetmeni olması teklifi götürülmüş. 

Ahmet de, “Olursam onunla çalışmam, bununla çalışırım” demiş.

Bu bilgi de Hükümete mail yoluyla iletilmiş.

Bence bu rivayette bir doğru, iki yanlış var.

Doğrudur, İstanbul sermayesinde Ankara’yı anlamak ve Ankara’ya etki etmek konusunda anaokulu düzeyinde bir bakış var (mail atmışlar!).

Yanlışlara gelince.

Bir kere Ahmet yayın yönetmeni olmak isterse kiminle çalışıp kiminle çalışmayacağını mesele edecek biri değildir. Engelleri kendisi bir bir aşar zaten.

Adamda iyi zar atan bir bilek var.

İkinci yanlış ise, Hükümetin “Sedat gitsin, Ahmet gelsin” diyecek kadar Ahmet sevdalısı olduğunu hiç sanmam.
 

EŞ DOST DİYOR Kİ…

Benim çevre ne zaman konusu açılsa, “Sen nasıl olur da bu Fatih Altaylı’yı seversin?” diyorlar. 

Anlatıyorum, anlamıyorlar.

Seni gazeteden gönderdi” diyorlar.

İyi de düzenli köşe yazmamı sağlayan da oydu” diyorum.

Sana artık yazmayacağını kendisi bile söylemedi, aracılarla söyletti” diyorlar.

Sen olsan vazgeçmek istemediğin, patronaj istedi diye göndermek zorunda kaldığın bir yazara kendin söylemek ister miydin?” diyorum.

Adam gıcık, ukala, agresif” diyorlar.

Bu düzenbazlar dünyasında senin de canın sıkılsa sen de öyle olurdun” diyorum.

Diyeceğim o ki, Fatih Altaylı’nın bende her zaman kredisi vardır.

Ülkem medyası gibi, metrekareye düşen karaktersiz sayısının hayli fazla olduğu bir alemde, karakterli adam bulunca iyisine kötüsüne bakmamalısınız.

Yine de, Altaylı’nın karaktersiz gazetecileri de anlatacağı kitap için “belki ilerde (20 yıl sonra) yazarım” demesine itirazım var. 

20 yıl sonra yazarsa, “yaşlı bir ihtiyarın geriye doğru sayıklamaları” denilir geçilir.

Bugün yazarsa. İşte o zaman bir kavga çıkar, ortalık karışır, gerçek yüzler vitrininin önünden geçeriz.

Bir sonucu olur mu? Olmaz. Sadece, maskeli baloda maskeler düşmüş olur.

BIRAK KARDEŞİM ÇÖKSÜN

Topkapı Sarayı’nın çökme tehlikesiyle ilgili rapor haber olunca. Sarayda restorasyon yapılacağı açıklandı.

Tarihi eserlerin restorasyon adı altında rezil edilmesine, eski bir kaleden “sünger Bob” çıkaran restorasyon anlayışımıza bakınca insan diyor ki, bırak kardeşim çökerse çöksün.

 
GÖRMÜYORSAN YOKTUR

Bizi televizyon çağı böyle yaptı. Bir şeyi, bir insanı görmüyorsan o yok, yaşamıyor sanıyorsun. 

Bir şeyi göz önünden alıp, görülmeyecek bir yere koyunca sorun da kalmadı sanılıyor.

Darbelerden korunmaya bir çözüm olarak, 12 adet F16, Ankara’dan Konya’ya nakledilmiş.

Araştırdım.

Evlerden ırak, yeni bir darbe girişimi olsa, bir F16’nın Konya’dan Ankara’ya gelme süresi yedi, bilemedin sekiz dakika.

Harp okulunu kapatarak, Askeri alanları kent dışına çıkararak darbeyi önleyeceğini sanan arkadaşların kavramsal sorunlarını giderecek bir mekanizma yok mu bu ülkede. 

Erol Olçok yaşasaydı, bu soru tam onluktu…

İLAHİ SELO

Selahattin Demirtaş Kürtçe bilmiyormuş. Şaşırdım. Olabilir.

Bilmeme gerekçesini “Devletin ayıbı” olarak açıklaması ise fazlasıyla trajikomik.

Devlet, Kürtçe dersleri verseymiş (Kürtçe eğitim değil), Selo da Kürtçe öğrenmiş olacakmış.

Anadil” diye bir kavramdan haberi yok bizim Selo’nun.

Selo mantığından bakarsak, Türkiye baştan sona Oxford İngilizcesiyle konuşuyor olmalıydı. 

Bizde “ortaokul 1” dedin mi, İngilizce öğretmenleri ellerinde “Mr. and Mrs. Smith”le bizi kapıda beklerdi.

ARADAKİ FARK

Brad Pitt ve Angelina Jolie boşanma kararı alınca, konu ABD kamuoyunda “aile” kavramı üzerinden konuşulmaya başlandı. Brad iyi baba mıydı, kötü baba mıydı falan.

Aynı günlerde, Bhrara’nın Reza’sı ile Ebru Gündeş boşanma kararı aldı. Bizim kamuoyunda konu, Gündeş’in servet paylaşımı üzerinden konuşuldu.

AKLIMDA KALAN

Genelkurmay’ın Anıtkabir’deki oyun parkı açıklaması: Anıtkabir’deki oyuncaklar için Genelkurmay açıklama yaptı. Keşke yapmasalardı. Özürleri kabahatlerinden büyük diyeceğim demesine de, neyse.. Salıncaklar, çocuklar Ata’yı sevsin diye konmuş. Ata’yı sevip sevmemenin yolu oyuncaktan geçecekse vay halimize. Üstelik. Esas sorun, konunun özünün sevmek değil, saygı duymak olduğunu anlamaktan uzak olmak. “Sevmek” ve “saygı duymak” arasındaki farkın anlaşıldığı gün, bu ülkeden umut edebilirim.