'Aslında insan içine çıkmamaları gerekir'

'Aslında insan içine çıkmamaları gerekir'

Radikal hakkında yazdıklarım medya dünyasında epeyce ilgi gördü. Yorumlar ve görüşler aldım. Çoğu yazdıklarımı onaylıyor. (Hoş, ben onaylanmanın bir tür tuzak olduğuna inananlardanım.)

Ama. Koray Düzgören’den gelen e-postayı bir kısmını saklı tutarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

Radikal’de editörlük ve yazarlık yapmış olan Düzgören, yazdıklarıma katıldığını belirtmiş. Radikal hakkında söyleyecek çok şeyi olsa da “değmez” demiş ve susmuş.

Radikal’i yönetenlerin (isimlerini yazmış) kendileri gibi düşünmeyenleri rahatça harcadıklarını ya da harcanmalarına tepki vermedikleri gibi suçladıklarını söylüyor.

“Böylece” diyor, “onlar bir kısmı terfi ederek Hürriyet'te yazarlığa transfer olana, Radikal fiilen de kapanana ya da emeklilikleri gelene kadar orada kalmayı basardılar.”

Yayın yönetmenlerinden birinin (adını veriyor) Ankara Temsilcisi iken,  “yakın ilişkide olduğu” bir gazeteciyi (adını veriyor) New York'taki Gazetecileri Koruma Komitesi'ne göndererek, Komite’nin Düzgören’i savunan ve Radikal yöneticilerini eleştiren açıklamalarını durdurmak istediğini de anlatıyor. Tanık olarak da Komite'nin Türkiye masası şefini gösteriyor.

“Ne oldu?”
diyor Düzgören,  “Bu insanlar şimdi çalıştıkları döneme ilişkin iç huzursuzluğu ve rahatsızlık içindeler. Bazıları günah çıkartıyor, özeleştiri yapıyor gibi görünseler de bence o dönem durdukları yer ve yaptıklarıyla yüzleşemiyorlar.”

Ve ekliyor: “Aslında bunların sağda solda yazmaları bir yana insan içine çıkamamaları gerekir.”

Düzgören e-postasını şu sözlerle bitiriyor: “Bu söylediklerimi herhangi bir yerde yazmış değilim. Ama sizin bu akılcı ve gerçekçi değerlendirmenizi okuyunca sizinle paylaşmayı uygun buldum. Sizi doğrulamaktı amacım, başka bir şey değil.”

Medyada çalışan ya da artık çalışmayan herkes yaşadıklarını anlatsa, içini dökse sektör birazcık temizlenebilir mi dersiniz? Sadece Radikal’le sınırlı kalmasın.

Anlatmak isteyenlere bu köşe açık. Dilerlerse isimleri gizli kalır. Verdiğim sözü tutarım, yani bir numara küçük ayakkabı gibi değilim, arkadan vurmam.

Medyadaki çürümüşlüğün tanığı olup da anlatmak isteyenler, tanıyanlara karakterimi sorup bana ne kadar güvenebileceklerini test edebilirler.

KİMLER BAŞBAKAN OLMAZ?

Benim bildiğim Başbakan Erdoğan, şaşırtmayı, sürpriz yapmayı, sağ gösterip sol vurmayı yöntem olarak pek tutar.


Bu nedenle, cumhurbaşkanlığı seçim sürecindeki bu belirlilik bana biraz tuhaf geliyor.


Eğer Erdoğan kendisini cumhurbaşkanı adayı yaparsa, şaşkınlığınızı Başbakan adaylarına saklayın. Kafamda bir iki isim olduğundan ben fazla şaşırmayacağım. Bunu da bilin.


Biz tersten gidelim. Ve kongreye kadar kimlerin Başbakan olmayacağına dair cümleler kuralım. Eğer yanılırsam, Başbakan artık yaşlanmış ve işi oluruna bırakmış anlamını çıkarmak mümkün.


Mesela Abdullah Gül olmaz. Erdoğan istemezden öte, Gül gölgede kalma hakkını en gölge kabul etmez makamda kullandı, buna devam etmeyi kendisi istemez.


Mesela Bülent Arınç olmaz. Kendisi de açıkladı zaten. Onun açıklamasından epey önce, önemli bir bürokrat “Bülent Bey olabilir, teşkilatla ilişkileri iyi” dediğinde, yanıtım şöyle olmuştu: “Partideki güç teşkilat mı, Erdoğan mı? Cevap ortadaysa, Arınç olmaz.”


Mesela Ahmet Davutoğlu olmaz. Ne kadar olacakmış gibi hava yayılırsa yayılsın, parlak fikirleri olursa olsun tabanda ciddi güven kaybetti. Deyin ki, dış politikada başarılı oldu, yine de olmaz. Son kabinede bakan kalmasına bile şaşıranlar az değil.


Mesela Taner Yıldız olmaz. Soma’daki faciada yıldızı parladı. Ne var ki, Gül’le aynı memleketten olması işini zorlaştırıyor.


Not: Yukarıdaki cümleler adı geçen kişilerle ilgili kişisel fikrim değildir. Analizdir. Yoksa.  Abdullah Gül’ün kurulma sürecinden itibaren partisine verdiği emeğe, Bülent Arınç’ın duygusallığına, Taner Yıldız’ın çalışkanlığına, Ahmet Davutoğlu’nun entelektüel kişiliğine söyleyecek hiç lafım olmaz.


ÜZERİNDE GÜNLERCE TARTIŞILABİLİR

Tartışılsın. Saatlerce düşünülse bile yeter. Ya da biri diğerine “Sence hangisi” dese de olur.


Yeter ki konunun öneminin farkına varılsın.


İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun sorusundan söz ediyorum: “Dinleme mi, yoksa dinlemenin içeriği mi önemli?”


Biz ne zamandır ilkesel tartışmaları, gündelik dedikodulara feda eder olduk.


Savcı Salihoğlu’nun bu soruyu gündeme getirmesi bile kendisine güven duymam için önemli bir ipucu.


AKLIMDA KALAN

“Bitse de gitsek…” sızlanması: Kanalın birinde. Bir spiker VTR sırasında “Bitse de gitsek…” diye söyleniyor. Sözleri yayına yansıyor. Bir iş kazasıdır, olabilir. Beni ilgilendiren ise o spikerin ruh hali. “Bitse de gitsek” dediğimiz durumları düşündüm. Ya zoraki yaptığımız bir iş vardır, o işi sevmiyoruzdur. Ya bir angarya yüklenmiştir, gönülsüzüzdür. Ya da o sırada gitmek için can attığımız bir yer vardır. Olmak istediğimiz bir mekân. Yanında olmak istediğimiz bir insan. Gerekçe her ne olursa olsun, “bitse de gitsek” dediğimiz her durum, hayatımızda “boşa harcanan zaman” kalemine yazılır.