Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim. Meğer Fenerbahçeli
futbolcular soyunma odasında isyan etmişler.
Gençlerbirliği maçındaki kötü futbolları taraftarlar tarafından
protesto edildi ya. “Bizi bu hale getiren Ersun
Yanal’dır” demişler. Çok güldüm.
Önce şunu söylemeliyim; futbolcuların bu kadar ebleh bir cümleyi
kullanacaklarına ihtimal vermiyorum. Vermediğim için de o
futbolculardan ikisiyle konuştum, olmamış öyle bir
şey.
Yeni sezonda dökülen hallerinden utanmak yerine,
kendilerine açık ara şampiyonluk getiren eski sezon teknik
direktörünü suçlayacak kadar ebleh olabilirler mi?
Olamazlar.
Bu kadar eblehçe bir saptamayı medyaya verdiler diyelim.
Buna inanacak kadar ebleh birileri var mıdır?
Yoktur.
Bu cümleyi kuranların da, bu cümleye inananların da içtiklerine bir
şeyler katıldığı kesindir. Zaten spor medyası da ayık
kafayla okunabilecek, izlenebilecek bir durumda hiç
değildir.
Gülmem bitince. Meraktan. Çok önemli bir gazetenin spor müdürünü
arayıp “Bu kadar ebleh cümlenin de alıcısı oluyor
mu?” dedim, “Olmaz mı” dedi, “sen
futbol medyasında akıl fikir aramaya kalkma, bu saçmalık
olur!”
Haklıydı. Medyaya servis edilen olay ve ifadelerin kulüp
yönetimlerine verdiği zararı fark etmeyen yöneticilerin, bu tür
haberlerin kendi kariyerlerine nasıl zarar verdiği bilincinden
yoksun futbolcuların ülkesiyiz. Bu iyi yorum.
Bir de kötü yorum var: Spor medyasındaki derin ilişkiler
ortaya serilmeden, ülkemiz futbolu bir gıdım ileriye
gidemez.
Gençlik ve Spor Bakanı Çağatay Kılıç daha üç gün önce
“Yatırımlarımızın ve kaynaklarımızın karşılığını
alamıyoruz” diye sitem etmedi mi? Ne gerekiyorsa
yapılacağını söylemedi mi?
Bence işe, spor medyasında “kimin eli kimin
cebinde”yi ortaya dökmekle başlamalı.
Milli Takım da dahil, dört büyüklerin hezimetlerine, onları
yerle bir eden Anadolu takımlarının özgüven eksikliğine kulüplerin
dahli kadar spor medyasındaki kişilerin dahli de ortaya
konmalı.
Spor medyasının arka sokaklarına girilip, Aziz
Yıldırım ve Şansal Büyüka gibi isimlerin o sokaklardaki
gölgelerinin kapsadığı alan ortaya dökülmeli.
Okur temsilcilerine soruyorum: Cep telefonu reklamı yapan
köşe yazarları ayıplanırken, spor yazar ve yorumcularının kulüp
yöneticileriyle ilişkileri görmezden gelinebilir mi? Spor medyası,
medya etiğine dahil değil mi?
Nasıl siyasette paralel bir yapıdan söz ediliyorsa, spor dünyasında
da başka tür paralel oluşumlar ortaya dökülmeden Bakan Kılıç’ın
serzenişleri anlamsız kalacak.
Genç Bakan Kılıç’a çağrım, fotoğrafa biraz daha yakından
bakacak kadar cesur olmasıdır.
“AK SARAY”, ERDOĞAN’IN HAYATINI İKİYE
BÖLECEK
Okurlarım alıştı, “bu yazdıklarımı koyun bir
tarafa” diyorum. Yazdıklarım gerçekleşince de,
hafızalarından yazdıklarımı çağırmalarını istiyorum.
Bir yandan bakarsanız itici bir tarz. Ama. Bir yandan da
bakarsanız, biz omuzuna dokunmadan etrafına bakmayan bir
milletiz.
Hazır Adnan Berk Okan tarafından
“olacakları söyleyen ama inandıramayan” Kasandra
ünvanını da almışken. Devam edelim.
Benim okurlarım bu yazıyı da bir tarafa koysun.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özene bezene hazırlattığı “Ak
Saray”, onun politik kariyerini ikiye bölecek.
Hayatı “Ak Saray”dan öncesi ve sonrası diye ikiye
ayrılacak.
Öncesinde. Yönü yukarı doğru olan bir hayat.
Meydan okuma. Mütevazılık. Halktan biri olup halkın yaşadığı
zorlukların çözümüne adanmış bir adam kalacak.
Erdoğan’ın tüm o “halk” vurgulu niteliklerinin
simgesi “Keçiören’deki ev”di.
Ankara’nın Keçiören semtindeki ev, sadece bir ev değildi, simgeler
dünyasında.
Halkın gönlündeki Köşk’tü. “Bizden biri, bizim gibi
yaşıyor”un özeti.
Çankaya Köşkü de o mütevazılığın tepelerdeki devamı gibiydi.
Yeni kurulmakta olan, yoksul ülkenin eski, ahşap bir bağ
evinden ortaya çıkan.
Hatırlayın. Özal’a duyulan antipatiler, Köşk’ün o mütevazı tarzına
yakışmayan şaşalı bir yaşam sürmelerinden kaynaklanıyordu çoğu
kez.
“Ahmet Necdet Sezer de iyi örnek sayılmaz ama”
derseniz. Haklısınız, onun durumuna mütevazılık denemezdi, cimrilik
ve hatta içe kapalılık belki.
“Ak Saray”ın açılışı acı bir olaya rastladı, ilk
resepsiyon iptal edildi. Erdoğan refleksine göre uygun ve doğru bir
tavırdı iptal, acı yaşanırken resepsiyon yapılmazdı.
Ve. Fakat. Maden ocağında yaşananların acısının “Ak
Saray”ın açılışına denk gelmesi. Erdoğan’ın ikiye bölünen
hayat çizgisinin altını çizdi.
Bir kere, bizim halk “saray” ifadesinden
hoşlanmaz. Bu ad verilirken imaj analizi yapıldı mı, emin değilim.
Yapılmalıydı.
Yapılsaydı. Halkın kafasında “saray”ın şaşa,
debdebe, halktan uzaklık anlamına geldiği görülebilirdi. Ve büyük
olasılık. Ömrü “muhteşem işler” yapmakla geçmiş
bir padişahın bile entrikalarla dolu saray koridorları akıllarda
dururken.
Cumhuriyet de “saray”a karşı bir başkaldırıydı
nihayetinde. Çünkü “saray” sokakla (gerçeklerle),
bağı kopmuş seçkinler/ soylular sınıfı demekti.
Erdoğan’ın iletişimi üzerine yıllardır yazmış biri olarak buraya
yazıyorum ki, siyasi kariyerindeki en büyük hata Köşk’ten,
“Saray”a taşınmasıdır.
“Saray”, Erdoğan’ın tüm doğrularının yanlışıdır.
Sahip çıkıp sergilediği tüm niteliklerinin zıddıdır. Ve. Olumsuz
imajlar, olumlu imajları siler…
MELİH GÖKÇEK’E SORU
Ahmet Hakan’ın tüm şirinleştirme çabalarına rağmen Melih Bey, biz
Ankaralıların somut ve şirin olmayan bir gerçeği.
29 Ekim’de. Ne Kızılay’da, ne de şehrin başka yerinde bir tek
kutlama aydınlatması yoktu.
Şehri karanlığa gömmekten keyif alıyorsa. Melih Beyin ya ruhu
karanlıktır, ışık sevmiyordur, ya da politikaları aydınlıktan
hoşlanmıyordur. Hangisi Melih Bey?
AKLIMDA KALAN
“Telefon tuşu solculuğu”:
Ne zaman bayram olsa. Telefonuma CHP örgütlerinden mesaj
yağıyor. Görkemli sözcükler, umut dolu dilekler.
Hamaset kokan cümleler. Gecenin yarısı. Sabahın
körü fark etmiyor. Mesajı atan taraf kendisini dünyanın merkezi
sandığı için aklına ne zaman gelirse o zaman yollayıveriyor.
Hastası mı var, uykuda mı, umurlarında değil. Bu
mesajı almak istiyor mu, istemiyor mu sormuyor bile. O
kadar empatiden yoksun. CHP siyasal iletişimi telefon tuşlarına
indirmiş durumda. Bir düşüncesizlik hali ki sormayın.
İnsanın soğumak istemese de soğuyası geliyor.