MEDYA KÖŞESİ

Yılmaz Özdil'in ağlatan yazısı

İşte bu insani duygular içinde okudum Yılmaz Özdil'in bugünkü yazısını... Sonra gözlerimi kapadım ve düşündüm...

Yılmaz Özdil'in ağlatan yazısı
ADNAN BERK OKAN - YORUMLUYORUM

Tamamen uyduruk bir suçlama yüzünden hapis yatmak...
Hapiste yatan babayı ziyaret etmek...
Yaşayanlar için; insan hayatının ölümden daha korkunç iki faciasıdır...
Ben bu acıların ikisini de yaşadım...
On yaşında bir çocuktum 27 Mayıs ihtilalcilerinin partili arkadaşlarıyla birlikte hapse attığı babacığımı (Allah yattığı yeri nur etsin) cezaevinde her hafta ziyarete gittiğim zaman...
Sonradan "af edersin, yanılmışız" denilen ama özür bile dilenmeyen bir mahpusluğu yaşadığımdaysa tam kırk yaşımdaydım...
Onun için Nazlıcan'ın halini ve babası Tuncay Özkan'ın yaşadıklarını en iyi ben anlarım...

Ki...
O Tuncay Özkan; 28 Şubat sürecinde; sadece ve sadece onun gibi düşünmediğim için, yıllar önce cezaevine girişimi, sanki o günmüş gibi, yerime canlı manken oynatarak getirmişti Kanal D ekranlarına...
Ve...
O görüntülerin "canlandırma" olduğunu anlayamayan babacığım yine cezaevine girdiğimi düşünerek fenalaşmış, yatırıldığı hastaneden bir daha hiç çıkmadan, ebedi istirahatgâhına götürülüp teslim edilmişti...
Ama yine de Tuncay Özkan'ı en iyi anlayanlardan biri benim...
Ona kızsam da...
Ondan nefret etsem de, (ki hem de nasıl nefret ediyorum) çektiği çileleri hak etmediğini düşünüyorum...
Şüphelilik halinin, mahkûmiyete dönüştürüldüğü bir yargı linci yaşatıldığına inanıyorum...

İşte bu insani duygular içinde okudum Yılmaz Özdil'in bugünkü yazısını...
Sonra gözlerimi kapadım ve düşündüm...
Her hafta ziyaretime gelen oğlum ve kızımın bana moral vermeye çabalayan ama bir türlü başaramadıkları o çocuksu yüzleri geldi geçti gözlerimin önünden...
Ağladım...
Ağladım...
Ağladım...
Tabii ki kendime ağlamadım...
Ve hatta Tuncay Özkan için de ağlamadım...
Ama...
Nazlıcan için yandı yüreğim...
Kavruldum otuz araba odun ateşinde kavrulmuş gibi, Nazlıcan için...

Evin direği... Burun direği

“Siz hiç sevdiklerinize koşarken cama çarptınız mı?” diye soruyordu.
“Ben ayda üç kez çarpıyorum... Görüş günü cama koşuyorsunuz, elinizi sevdiğinizin kollarına uzatır gibi ahizeye uzatıyorsunuz. Kızım her şeyi sağlıklı algılıyor, beklediğimden sağduyulu hareket ediyor. Oğlum henüz iki yaşında, camın kıyısında pencere kolu arıyor, bulamayınca sinirleniyordu... Artık, böyle olduğunu kabul etti. Haziran görüşmelerinden birinde, bütün sevimliliği üzerindeydi, sesimi dinlerken bir buket gibi tuttu ahizeyi... Burun direği sızlamasının çok tarifi yapılabilir, biri de bu olsun, sesimi öpmeye çalışıyordu...”

Yılmaz Özdil'in yazısını