RÖPORTAJ

Yılmaz Güney sinemanın Alex'i Hagi'si

Popüler kültürü iyi okuyan ve iyi yazan Uğur Vardan ile Sayım Çınar söyleşti.

Yılmaz Güney sinemanın Alex'i Hagi'si

Sinema yazarlığı deyince akla ilk gelen isimlerden… Yalnızca sinema değil futbol yazılarıyla da geniş bir okur kitlesine sahip… Popüler kültürü iyi okuyan ve iyi yazan Uğur Vardan ile Sayım Çınar söyleşti, ortaya Gezi’den festivallere, dergi kültüründen değişen sinema anlayışına zengin bir röportaj çıktı.

Radikal gazetesi ile son derece özdeşleşmiş bir sinema eleştirmeniydiniz. Şimdi yazılarınızı Hürriyet Ekler’de görüyoruz ama Radikal’de de yayımlanıyor sanırım.  

Ocak 2014’ten beri Hürriyet çatısı altındayım, yani bonservisim Hürriyet’te. Ama Radikal’in kâğıt serüveni bittiğinden beri yazılarım ’de de yayımlanıyor. Sözün özü ‘Kitap eki’nden farklı olarak bütün Türkiye’ye dağıtılıyorum!..

DenemeSon dönemlerde Türkiye yapımı filmler başarı kazanıyor. ‘Kış Uykusu’nun gişesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gişesi iyi, Nuri Bilge’nin kendi gişesi açısında rekor kırmış durumda. Malum bu tür yapıtlar bizde pek iş yapmaz. Geçen senenin dikkat çekici yapımlardan Onur Ünlü’nün ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ mesela bence çok iyi bir filmdi. Ünlü’nün kendi filmografisi açısından da ufuk açıcı bir örnekti. Üstelik Onur’un özellikle ‘Leyla ile Mecnun’dan dolayı özel de bir kitlesi var. O filmin de iş yapmasını beklerdim, keza bu yılki ‘İtirazım Var’ın da. Lakin olmuyor, olamıyor. Salondu, uygun dönem değildi, şuydu buydu derken bir çok önemli yapıt seyircisini bulamıyor. Elbette flimlerin iş yapıp yapmaması sinema yazarlarının asıl derdi değil ama zorlukla çekilen filmler bunlar, öte yandan yaratıcı ekibin, yapımcıların şevklerinin kırılmaması gerekiyor. Kırılmasın ki sonraki adımlarını özgüvenle atabilsinler. Hoş, sinema bir kere bu türden kanınıza girerse borç harç çekiyorsunuz ya da yönetmenler için söyleyeyim, çekiyorlar.

“Okuyucunun hem zekâsını hem kültürel kodlarını sorguluyorum.”

Futbol eleştirileri de yazıyorsunuz. Attığınız başlıklar çok beğeniliyor. Yaratıcı isimler koyuyorsunuz yazılarınıza.

Benim üniversite zamanında okuduğum ya da feyz aldığım dergilerden biri Yeni Gündem, diğeri Nokta’ydı. Onlar sadece konunun özüne ilişkin düz mantıkla atılmış başlıklar kullanmazlardı. Gerçi alan çok boştu ama birçok şeyi başardılar ve örnek oldular. Bir anlamda ben de o ekollerden bir şeyler kapmış, bayrağı devralmış gibi hissediyorum kendi adıma. Biraz da Gırgır, Limon, Leman, Uykusuz, Penguen geleneği bu. Ayrıca genç insanlarla böyle buluşuyoruz, bu yolla iletişim kuruyoruz. Okuyucunun hem zekâsını hem kültürel kodlarını sorgulamış gibi hisseddiyorum böylelikle. Okuyanın zekâsına, algısına saygı göstermenin de bir yolu bu. Öte yandan kendi kendime verdiğim bir sınav da aynı zamanda. Üstelik Radikal Spor’da çalıştığım dönem boyunca birçok genç arkadaşla yollarımız kesişti, bu mesele onlara da sirayet etti, çoğu kez onlar buldular onca güzel başlığı.

“Bu kadar kızdığın rakibi sahada yenemiyorsun, çelişkiye düşüyorsun.”

Her hafta spor da yazıyorsunuz. Trabzonspor yazılarınız çok önemli. Avni Aker tribünleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Fenerbahçe maçlarında gerilimler yaşanıyor özellikle, 3 Temmuz’un hesabı kesilmedi onlar için. Ama aradan geçen süre içinde bir tane bile Fenerbahçe galibiyet alamadılar. Bence burası da çok önemli. Sürekli bir öfke patlaması yaşanıyor Avni Aker’deki maçlarda. Naçizane bakışım şudur:  Bu kadar kızdığın rakibi sahada yenemiyorsan, sürekli çelişkiye düşüyorsun. Futbolun güzelliği, öfkenin sahada alınmasıdır. Ayrıca Fenerbahçe tribünleri ‘Gezi’ sınavından başarıyla geçti, Avni Aker tribünlerinde böyle bir tavır göremedik hâlâ.

“Bir şey kapandıktan sonra ah vah yapılıyor, ama yaşarken o yayınlar alınmıyor.”

Dergicilik geleneğinden geliyorsunuz. Aktüel gibi dergilerin kapanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Arz taleple ilgili. Her türlü köklü kurumun yaşaması taraftarıyım elbette. Yeni Gündem de, Nokta da yaşamalıydı. Gerçi o dergilerden yetişmiş birçok insan hâlâ basının içinde çalışmayı sürdürüyor. Evrim basında da var ve bazı canlılar gibi dergiler, gazeteler yok olabiliyorlar. Öte yandan en son Radikal’in kapanmasında da tartışılan bir şey var: O yayın kapandıktan sonra ‘Ah vah’ yapılıyor, ama yaşarken yaşatılması için çaba gösterilmiyor. Sinema dergisi de kapandı, yeterli reklam ilan alamadığını söylendi. Mesela bizim ‘Radikal Futbol’a efsane denirdi, o da ilansızlıktan kapandı. Hatta Radikal Futbol’un kapanacağı iki aydan önceden belliydi, ama bir ilan anlaşması vardı, bitene kadar çıkardık, yani son yedi-sekiz sayı uzatmaların ifadesiydi

Türkiye’de popüler kültür konuları ilgi çekiyor mu?

Kâğıt üzerinde çekiyor. Mesela futbol ve sinema en çok sevilen iki alan. Popüler kültürün önemli kodları. Ama gelgelelim doğru dürüst yayınları yok, bu alanda çıkarılan dergiler sürekli kapanıyor. Çünkü konuşmayı seviyoruz okumayı değil. Görüntüye hayran, görüntünün yarattığı bir toplumuz biz. Belki de her şeyin başı televizyon, o girdi dünyamıza ve zaten problemli olan okuma uğraşımız daha bir sekteye uğradı. O yüzden de televizyona kutsallık atfediyoruz gibi, “En çok kültür sanat programları ve belgesel izliyorum” demek refleksi de bu bilinçaltından geliyor sanırım.

“Almanya bileğinin hakkıyla, takım oyunuyla şampiyon oldu.”

’Dünya Kupası’nı kazanan Almanya’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başta tabii ki favorilerimden biriydi. İlk maçlardaki performansıyla yüzdesini arttırmıştı. Aslında futbolseverin her zaman Dünya Kupaları’nda bazı takımları sevmek, kendi yakın hissetmek için çeşitli gerekçeleri vardır. Arjantin’i Maradona’dan, Messi’den dolayı severiz, Hollanda’yı ‘Total futbol’ ekolünden dolayı mesela. Brezilya’yı bu oyunun ‘Şiir gibi’ yanını temsil ettikleri için sevdik, seviyoruz. Gerçi bu ‘Şiirsel’lik  82’nin Brezilyası kadar olamadı hiçbir zaman ama. Yani her takıma bir şey bulabiliriz. Bu turnuvada da Kolombiya’yı, Kosta Rika’yı, Şili’yi böyle sevdik. Mesela turnuva öncesi Şili’de yayınlanan bir reklam vardı. Günlerce göçük altında kalan madenciler oynuyordu, reklamın sonunda ‘Biz başardık, siz de başarabilirsiniz’ diyorlardı. Futbolun atardamarları bu ülkeler aslında. Almanya ise bileğinin hakkıyla, takım oyunuyla şampiyon oldu. Önceden klasik Germen mantığına sahiptiler, makine düzeniyle oynarlardı, hatta ‘Robot gibiler’ denirdi onlar için. Şimdi ise Türk, Tunus, Gana, Leh kökenli futbolcular var. Göçmen çocuklarıyla bezeli bir takım. Yeni Almanya’da da yine makine düzeni var ama bu ‘multi-kültürel’ yapı takımı çok sesli, çok renkli, çok coşkulu yapıyor sanki. Şimdiki İsviçre Milli Takımı’nı da böyle görüyorum.

Festivaller başlıyor önümüzdeki günlerde. Antalya’da ciddi değişiklikler var, diğer festivallerde de öyle. Neler düşünüyorsunuz?

Antalya bizim en büyük sinema geleneğimiz, mirasımız. Yarışan filmlerin kalitesi de önemli. Son iki yılda ‘Promiyer’ini Antalya’da yapılacak filmlerin katılması ön koşuldu. Bu yıl bu madde değiştirilmiş. Çünkü ‘İlk gösterim’ şartından dolayı daha çok ilk filmini çeken genç yönetmenler katılıyordu. Bence szorun maddede değil, daha tecrübeli isimler daha çok Adrana’yı tercih ediyordu. Oysa bütün dünyada ‘İlk gösterim’ şartı önemli bir kriterdir festivaller için. Bir de Antalya’dta bilinen bir sorun şu; iktidar değişiklikleriyle sürekli meseleye sıfırdan başlanıyor. Oysa ortada 50 yıllık bir geçmiş var. Mesela İstanbul Film Festivali’nin organizasyonu İKSV’de, şehirdeki siyasi değişim hiç bir zaman festivale yansımıyor, filmlerin kalitesinde ya da festivalin ufkunda, tercihlerinde bir değişiklik olmuyor. Antalya’da ise siyasetin gölgesi festivale düşüyor. Bu yılki festivale ilişkin geçen cuma sabahı bir basın toplantısı düzenlendi, merak edilenlerden biri AKP’li belediye başkanı önderliğinde düzenlenecek festivale mesela bir Gezi filmi katılacak mıydı? Basın toplantısında Belediye başkanı Menderes Türel’e “Sanatsal kriterleri gerçekleştirmiş bir Gezi filmi festivalde yer alacak mı?” sorusunu yönelttim, Türel “Benim için sanat ön plandadır” dedi. Bu sanatçılara en azından verilmiş bir sözdür, sonra uygulamada ne olur bilemem.

Antalya’da yarışan filmler, Malatya’da, Adana’da da yarışıyor. Her festivalin kendi filmi olmalı mı?

Türkiye’deki sistem böyle yürüyor. Bir yandan yapımcılar da haklı, zaten filmleri göstermek için salon bulamıyorlar, festivallerde kazanacakları olası ödüller masrafların biraz olsun geri dönmesi yolunda önemli bir gelir kaynağı oluyor. Ama doğru olan her festivalde yeni ve farklıyı arayıp bulmak lakin benim söylediğim ‘İdeal ötesi’ neredeyse…

Tayfun Pirselimoğlu roman geleneğinden geliyor, ressam aynı zamanda. İstanbul festivalinde önemli bir ödül aldı. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Beğeniyorum elbette. 12 Eylül’den sonra yarılma yaşamıştı sinemamız. 90’ların ortasında bu değişmeye başladı. Bir çok genç insan İstanbul Film Festivali sayesinde dünyanın o zamanki sinemasını izlemeye, takip etmeye başladı. Kalburüstü filmler geliyordu festival. Eski ustalar, klasikler ve yeniler, çağdaşlar… O dönemin bıraktığı izlerden bazılarımız yönetmen, bazılarımız sinema yazarı, bazılarımız da iyi birer izleyici olduk. Tayfun Pirselimoğlu, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Nuri Bilge, Semih Kaplanoğlu, Yağmur-Durul Taylan sanki bu dönemin dışavurumu. O tedrisattan geçmek önemliydi. Bir önceki kuşağın kafası çok karışıktı. Bu nesil kendi sesini bulabildi. Evrenselliğe bu bu coğrafyanın sesini ekliyorlar. Üslupları da oturmuş durumda. Kim bilir bütün bu özelliklerden dolayı da dışarıda ilgi görüyor, ödüllendiriliyorlar. Tayfun da resim ve edebiyat gibi farklı disiplinlerden faydalanan önemli bir sinemacımız. Ayrıca sıkı bir Trabzonsporlu, futboldan da anlıyor yani…

“Herkes söz söyleme hakkı görüyor sinema popüler bir konu olduğu için.”

Medyanın yüzü değişiyor gitgide. Sinema yazan çok isim var. Yerden yere vuran, kırıcı yazılar görüyoruz. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu tarzı?

Sinema yazarının kriterleri farklıdır. Eleştirmenin herkesten şöyle bir farkı olmalı: Bir filmi neden beğendiğini ya da beğenmediğini sağlam ve ikna edici verilerle açıklamalıdır. “Beğendim ya da beğenmedim”den öte çok şeyler söyleyebilmelidir. Ama köşe yazarlarını da anlamak lazım, her gün yazacak bir şey olması gerekiyor. Sinema ve futbol bu boşluğu dolduruyor. Herkes bu konularda söz söyleme hakkı görüyor, özellikle sinema popüler bir alan olduğu için. Bunu doğal karşılıyorum, öte yandan son dönemde siyaset o kadar çok malzeme veriyor ki, sinema eskisi kadar gündemde değil gibi. Aslında ben iyi bir sinemaseverin kendi seçimini yaptığına inanıyorum. Belki her sese kulak verir ama karar ondadır. Üstelik bence film eleştirisi, film görüldükten sonra, “Benim görmediğim neler görülmüş” diye okunmalı. Ben sade bir ‘seyirci’yken öyle davranırdım, hâlâ da öyle davranıyorum.

Gezi sürecinde durduğunuz yer çok önemliydi. Gezi kuşağıyla çok önemli bir ilişki kurdunuz. Bir belgeselde de yer aldınız. İstanbul United’da görüş veriyordunuz.

Zayıf bulundu İstanbul United. Haklılar ama ben bardağın dolu tarafından bakıyorum. Film tüm dünyada çeşitli festivallerde gösteriliyor. ‘İstanbul United’da ‘Gezi’nin birçok etkileyici yanları, gerçek görüntüleri kullanıldı. Film sayesinde bu görüntüler dolaşıma girdi. Dışardan bakan biri ‘Üç büyükler’in ‘Gezi’ dolasıyısıyla birleşip birleşmemesine çok ilgi duymayabilir ama o görüntüler sayesinde direnişin etkisi daha iyi idrak edilebilir. Gezi’nin bende yarattığı en somut değişiklik de sanırım eskiden karşı olduğum twitter’a girmem oldu. Oradaki dili, zekâyı ve dayanışma duygusunu kendime yakın hissettim. Yanılmış olabilir ama durum böyle. 

100. yılı sinemanın, Atilla Dorsay bir kitap yayınladı. Senin için ilk on film hangileridir?

“Takım kurarken tahtaya once Alex’I, Hagi’yi yazarım, sonra diğerlerini” derler ya. Benim için de sinemamızdaki bu isim Yılmaz Güney ve ‘Umut’udur. Diğer yönetmen arkadaşlar, abiler, kardeşyler alınmasın ama önce Umut’u yazarım, sonra da geri kalan mevkileri doldururum. Eskiden bir ‘10’luk listem vardı ama nelerden oluştuğunu unuttum zaten revize etmek de gerekiyor sahnırım o listeyi.

ÇOK OKUNANLAR