Yandaş medya, 27 Mayıs sonrası CHP medyası gibi
27 Mayıs 1960'ta ihtilal yapan cuntacılar da bugün Erdoğan'ın yaptıklarını yapmamışlar mıydı?..
ADNAN BERK OKAN - POLEMİK
ZAMAN, TARAF, SABAH, YENİŞAFAK, STAR, BUGÜN ve ille de VAKİT...
Bana 27 Mayıs sonrasındaki CHP medyasını hatırlatıyor...
Hükümetin "kayıtsız - koşulsuz" destekçisi yazarlar ve fanatik seçmenler ise 27 Mayıs sonrasının CHP'li yazarlarıyla, "damardan CHP'li" seçmenlerini...
Diğer bazılarıysa DP'yi savunmaya korkan, "kuyruk" medyası gibi...
Hükümetin gücünün farkındalar çünkü Erdoğan Hükümeti; Yargı'dan sonra orduyu da ele geçirmek üzere...
Hükümetin bir an önce yıkılmasını da istiyorlar ama "Eyüp Can"ı örnek alıyorlar kendilerine...
Ne de olsa Can da "sınıf" atlayan, "ayakta kalmayı başaran" ve Aydın Doğan Medyası gibi kulvarda; düşmeden koşsuna devam edebilenlerden...
Yani, günümüz ölçeklerinde ""kaybetmeyenlerden"..
O nasıl bazen hükümete kimi zaman da TSK'ya çakıyorsa, onun gibi yapmakta "fayda" olduğuna inanıyorlar...
Son günlerde en kolay(!) olan zaten her tarafından "su almış" ordunun tepesine basıp boğmaya çalışmak olduğuna göre onlar öyle yapıyorlar...
Ya yarın?..
Allah kerim!..
27 Mayıs 1960'ta ihtilal yapan cuntacılar da bugün Erdoğan'ın yaptıklarını yapmamışlar mıydı?..
Orduyu tasfiye etmişler (EMİNSU - Emekli İnkılâp Subaylarını hatırlıyor musunuz?), birçok generali gencecik Yüzbaşıdan emir alır hale getirmemişler miydi?..
Yargıçlar, askeri hükümetin emir erleri gibi çalışmıyor muydu?..
Bir cuntacı binbaşı sabah tıraş olurken içinden geçenleri "anayasa" olarak yazdırmamış mıydı?..
Bugün de aynı şeyleri Erdoğan yapmıyor mu?..
Bu düşünceler içinde açtım posta kutumu...
Mutad beş övgü varsa en az yirmi beş küfür, hakaret ve "sen bu siteye yakışmıyorsun" (ya sitemizi yanlış tanıyorlar ya da yanlış kişileri okuyorlar) cümlesinin değişik bir kaç kelimeyle soslanmış versiyonlarını okudum...
Ve huyum kurusun(!) sayıları ne kadar çok olursa olsun mutlaka "cevap" yazıyorum...
"Cevap" dediysem öyle birkaç paragraf değil elbette...
Bir - iki cümle...
Takdir ve övgülere sadece iki kelime "Teşekkürler, sevgiler..."
Küfür ve hakaretlere de ölçülerine göreyse en çok iki cümle...
Kimi zaman "minik" bir karşı analiz...
Kim statükocu kim değişimden yana?..
Bugün "hakaret gibi istifa" başlığı altında yayımlanan yazıma "Sen Liberal değil, Allah'ın belâsı bir statükocusun" şekline özetlenebilecek ve aynı kişinin elinden değilse de sanki aynı cemaatin dilinden çıkmış lânetlemeler var...
Diğer küfürlere alışığım da bu ülkenin tek ve ilk Liberal Demokrat Parti'sinin kurucu genel başkan yardımcısı olarak "Statükocu" sıfatıyla "aşağılanmayı" hazmedemedim...
Çünkü bana yapılabilecek en ağır hakarettir "statükocu" denilmesi...
Çünkü ömrü hayatımda hep gelişimi beraberinde taşıyan değişimden yana; geri dönük değişimlere ise karşı oldum...
Artık pek kalmamışsa da ilk gençliğimden itibaren hep siyasi yelpazenin "sağ" yanında yer aldım...
Peki beynimi sola kapattım mı?..
Hayır...
Das Kapital'in üç cildini ( o amanlar şeffaf kalem yoktu) önemli yerlerinin altını çizerek okudum...
İktisat öğrencisi oluşum ise Karl Marks'ın o ölümsüz eserlerini hem daha iyi anlamama hem de eleştirisini yapmama yaradı...
Kapitalizm ve Komünizm özünde aynıdır...
Vahşi Devlet Kapitaizmi nasıl ki "Ordu'suz - Yargı'sız ve Medyasız" yaşayamıyorsa...
Komünizm de aynı şekilde "Ordu'suz - Yargı'sız ve Medyasız" yaşayamıyor...
Her iki sistemde de "Birey hakkı" diye bir kurum ve kavram yok...
Devlet Kapitalizminde "Birey" denilince akla önce generaller, sonra başbakan ve bakanlar, daha sonra da yargıçlar, üst düzey bürokratlar ve tekelci sermaye geliyor...
İlle de TSK "herşey"...
Komünizm için "Birey" ise politbüro üyeleri ve KGB idi...
Ve...
Sivil iktidarlar, (27 Mayıs 1960'tan sonra) kendi kendini atatmış genelkurmay başkanını, halkın seçtiği milli savunma bakanına bağlayamadılar...
Bırakın milli savunma bakanını, Başbakan bile genelkurmay başkanına, "paşam bana bir uğra" diyebilecek yetkiye sahip değil...
Çünkü genelkurmay başkanı başbakan'a karşı sorumlulukarı olan bir develt memuru sadece...
Çünkü genelkurmay başkanı Milli Savunma bakanına "emreder", bakan ise "arz eder"...
Paşanın makam arabasının plaka numarası da milli savunma bakanından çok daha önceki sıralardadır...
Yanlış hatırlamıyorsam genelkurmay başkanının plaka numarası 04...
Yani...
En önemi anayasa değişikliği ve hatta AB tam üyeliğinin "olmazsa olmaz koşulu"nu yerine getirmekten (çünkü askerlerden) korktular...
Ak Parti'nin de kendinen önce gelenlerden bir farkı yok...
Ya yargı?..
Yargının en büyüğü AM Başkanının plâka numarası 03 ama etkinliği genelkurmay başkanından çok daha az...
Görünürdeki yetkileri ise iktidar korkusuyla kuşa dönüyor...
Ne istediği şekilde karar alabiliyor...
Ne kendi özerkliğini koruyabilecek güce sahip...
Ve elbette medya...
Sözüm ona Yasama - Yürütme ve Yargı'dan sonra dördüncü kuvvet ama biliyoruz ki, başbakanların kovduramadıkları birçok yazarı genelkurmay başkanı tek telefonla attırdı gazetesinden...
Bir taraf diğer tarafa "yandaş" diyor ama kendileri de bir başka tarafın yandaşı olduklarını görmezden geliyor...
Korkum en sonunda "YAŞ" mı da "KURU" mu çıldırması...
Şimdi...
Ben ne diyorum ona bakalım...
"YAŞ'la oynamayın" diyorum...
Neden?..
Statükocu olduğum için mi?..
Hiç ilgisi yok...
Çünkü...
Hükümet, TSK'yı demokratik disiplin altına almak gibi soylu bir düşünce taşımıyor...
Hükümet, "Seçilmiş Padişahlık" dönemine geçişi kafasına koymuş...
Hükümet, Kurtuluş Savaşı sonrasının Mustafa Kemal hükümetlerinin sahip olduğu yetkilerin bile daha fazlasını istiyor...
İlk Meclis (Mustafa Kemal ve arkadaşları), padişahın yetkilerini elinden almıştı ama halkın yaşamında değişen bir şey yoktu...
Aksine...
Yeni padişahlar, eski padişahlardan daha acımaszıdı...
Eski padişahlar tebaayı savaştırıyor, çalıştırıyor ama doğru dürüst mülk sahibi bile yapmıyordu...
"Hürriyet mi?" o da ne?..
Mustafa Kemal hükümetleri döneminde de değişen bir şey yoktu...
Pardon...
Değişen bir şey vardı...
Halkın giyimini, kuşamını, neye inanıp neye inanmayacağını ve hatta dinlediği müziği bile Mustafa Kemal ve arkadaşları tayin ediyordu...
"Şapka takacaksın!"...
"Ceket giyeceksin!.."
"Kravatsız işe gelmeyeceksin!"..
"Halk türküsü yerine klâsik batı müziği dinleyeceksin"...
Msutafa Kemal ve arkadaşları için de "Hüriyet", sadece ve sadece "Çok yaşa Mustafa Kemal Paşa!" diye bağırabilme özgürlüğüydü...
Mustafa Kemal haksız mıydı?..
Yani Mustafa Kemal'in sözüm ona seçilmişliği, padişahın yetkilerinden daha fazlasını veriyordu ona...
Dikkat!..
"Mustafa Kemal haksızdı" demiyorum...
O süreçte başka alternatifi yoktu...
Çünkü...
Yüzyıllarca padişah kulu olarak yaşamaya alıştırılmış olan "Hürriyet" nasıl bir şeydir diye bilmeyen ve o kelimeyi bile çoğunlukla duymamış olam halka "sen halksın, senin de hak ve özgürlüklerin var" deseydi o garibanlar bunu kabul etmezdi...
Neden?..
Günaha girmekten korktukları için...
Çünkü ha padişah, ha Mustafa Kemal...
İkisi de halkımız için Allah'ın birer halifesiydiler...
Allah'ın halifesine; "Allah'ın başımızdan eksik etmeyesi değerli devlet büyüklerimize itaatsizlik" mi?...
Zinharrr!..
Ahrette dilimiz ense kökümüzden çıkardı hafazanallah!..
O kadarla kalsa iyi...
Bir yandan Komünist Rusya açmış gözlerini ve ağzını yutmaya çalışyordu yeni Devleti...
Diğer yanda İngilizler, paramparça edip her yeni devleti kendi egemenliği altına almak için çaba harcıyordu...
Haliyle Kürtler sürekli isyan halindeydiler...
Ya şeyhler, şıhlar, din taciri mollalar?..
Onlar da Mustafa Kemal'in altını ve hatta gözlerini oymak için alesta bekliyorlardı...
Çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşları onların da siyasal ve toplumsal bütün etkinliklerini sıfırlamak için çabalıyorlardı....
Şimdi de "Bak işte Kemalist'in tekisin" demek için kendi posta kutularında mesaj oluşturanları görür gibiyim...
Problem değil ve bu yazdıklarım benim de Kemalist olduğumu göstermez...
Ben sadece o günün şartlarını anlatıyorum...
Ak Parti aslında ne istiyor?..
Geleyim bugüne...
Hükümetimiz 7 yıldır ülkemizi yönetiyor...
7 yıl...
Az buz süreç değil...
Peki bu süreçte, TSK'yı etkili hale getiren ve halen yargılamalarda "lehte delil" olarak öne sürdükleri İç Hizmetler kanunu 35. Madde...
Ve...
Anayasada tarif edilen, "Başbakan - Genelkurmay başkanı ilişkilerini" değiştirmek, AB üyesi ülkelerle aynı konuma getirmek için ne yaptı?..
Söyleyeyim: Hiçbir şey yapmadı...
Parmağını bile oynatmadı....
Hem de şu son anayasa değişikliği pakaetiyle eline imkân geçmiş olduğu halde...
Hem de muvazzaf paşaların hemen hepsi tutuklu, aranan ya da kovuşturulan haldeyken...
BUna karşılık, Yargı üzerinde baskı kurup, istemediği paşalar hakkında "tutuklama" kararı çıkartıp terfilerini engelledi...
Ve medyası da bu kaosu "Zafer Bayramı" kutlamalarından daha büyük bir coşku ile kutladı...
Halkın diğer yarısını 27 Mayıs ihtilâlinde olduğu gibi "rencide" etti...
Neden?..
Söyleyeyim...
Hükümet demokratik disiplin altına alınmış bir ordu istemiyor...
Yasal düzenlemeler ordunun "darbe yapabileceği" ihtimalini ortadan kaldırırdı ama TSK'yı, "Ak Parti'nin Ordusu" yapmazdı...
Oysa hükümet aynı geçmiş zaman padişahları ve Mustafa Kemal'le arkadaşlarının hükümetleri gibi "kendi ordusunu" yaratmak istiyor...
Tıpkı padişahların ve Mıstafa Kemal hükümetlerinin kendi yargıları olduğu gibi "Ak Parti'ye bağlı" (TC Hükümetlerine değil) bir yargı istiyor...
Ve...
Ben YAŞ'ta alınan kararlarla "siyasetin ordunun taaaa midesine kadar" girmiş olmasına bozuluyorum...
Ben, demokratik bir ordu için yasal düzenlemeler yapmak yerine, "Ak Parti Ordusu" yaratılmak istenmesine karşı geliyorum...
Yani karşı olduğum şey "gelişim" değil, statüko...
Yani, babadan oğula geçen padişahların yerini alan "kendi ordusu, yargısı ve medyası olan seçilmiş padişahlar" istemiyorum...
[email protected]
ZAMAN, TARAF, SABAH, YENİŞAFAK, STAR, BUGÜN ve ille de VAKİT...
Bana 27 Mayıs sonrasındaki CHP medyasını hatırlatıyor...
Hükümetin "kayıtsız - koşulsuz" destekçisi yazarlar ve fanatik seçmenler ise 27 Mayıs sonrasının CHP'li yazarlarıyla, "damardan CHP'li" seçmenlerini...
Diğer bazılarıysa DP'yi savunmaya korkan, "kuyruk" medyası gibi...
Hükümetin gücünün farkındalar çünkü Erdoğan Hükümeti; Yargı'dan sonra orduyu da ele geçirmek üzere...
Hükümetin bir an önce yıkılmasını da istiyorlar ama "Eyüp Can"ı örnek alıyorlar kendilerine...
Ne de olsa Can da "sınıf" atlayan, "ayakta kalmayı başaran" ve Aydın Doğan Medyası gibi kulvarda; düşmeden koşsuna devam edebilenlerden...
Yani, günümüz ölçeklerinde ""kaybetmeyenlerden"..
O nasıl bazen hükümete kimi zaman da TSK'ya çakıyorsa, onun gibi yapmakta "fayda" olduğuna inanıyorlar...
Son günlerde en kolay(!) olan zaten her tarafından "su almış" ordunun tepesine basıp boğmaya çalışmak olduğuna göre onlar öyle yapıyorlar...
Ya yarın?..
Allah kerim!..
27 Mayıs 1960'ta ihtilal yapan cuntacılar da bugün Erdoğan'ın yaptıklarını yapmamışlar mıydı?..
Orduyu tasfiye etmişler (EMİNSU - Emekli İnkılâp Subaylarını hatırlıyor musunuz?), birçok generali gencecik Yüzbaşıdan emir alır hale getirmemişler miydi?..
Yargıçlar, askeri hükümetin emir erleri gibi çalışmıyor muydu?..
Bir cuntacı binbaşı sabah tıraş olurken içinden geçenleri "anayasa" olarak yazdırmamış mıydı?..
Bugün de aynı şeyleri Erdoğan yapmıyor mu?..
Bu düşünceler içinde açtım posta kutumu...
Mutad beş övgü varsa en az yirmi beş küfür, hakaret ve "sen bu siteye yakışmıyorsun" (ya sitemizi yanlış tanıyorlar ya da yanlış kişileri okuyorlar) cümlesinin değişik bir kaç kelimeyle soslanmış versiyonlarını okudum...
Ve huyum kurusun(!) sayıları ne kadar çok olursa olsun mutlaka "cevap" yazıyorum...
"Cevap" dediysem öyle birkaç paragraf değil elbette...
Bir - iki cümle...
Takdir ve övgülere sadece iki kelime "Teşekkürler, sevgiler..."
Küfür ve hakaretlere de ölçülerine göreyse en çok iki cümle...
Kimi zaman "minik" bir karşı analiz...
Kim statükocu kim değişimden yana?..
Bugün "hakaret gibi istifa" başlığı altında yayımlanan yazıma "Sen Liberal değil, Allah'ın belâsı bir statükocusun" şekline özetlenebilecek ve aynı kişinin elinden değilse de sanki aynı cemaatin dilinden çıkmış lânetlemeler var...
Diğer küfürlere alışığım da bu ülkenin tek ve ilk Liberal Demokrat Parti'sinin kurucu genel başkan yardımcısı olarak "Statükocu" sıfatıyla "aşağılanmayı" hazmedemedim...
Çünkü bana yapılabilecek en ağır hakarettir "statükocu" denilmesi...
Çünkü ömrü hayatımda hep gelişimi beraberinde taşıyan değişimden yana; geri dönük değişimlere ise karşı oldum...
Artık pek kalmamışsa da ilk gençliğimden itibaren hep siyasi yelpazenin "sağ" yanında yer aldım...
Peki beynimi sola kapattım mı?..
Hayır...
Das Kapital'in üç cildini ( o amanlar şeffaf kalem yoktu) önemli yerlerinin altını çizerek okudum...
İktisat öğrencisi oluşum ise Karl Marks'ın o ölümsüz eserlerini hem daha iyi anlamama hem de eleştirisini yapmama yaradı...
Kapitalizm ve Komünizm özünde aynıdır...
Vahşi Devlet Kapitaizmi nasıl ki "Ordu'suz - Yargı'sız ve Medyasız" yaşayamıyorsa...
Komünizm de aynı şekilde "Ordu'suz - Yargı'sız ve Medyasız" yaşayamıyor...
Her iki sistemde de "Birey hakkı" diye bir kurum ve kavram yok...
Devlet Kapitalizminde "Birey" denilince akla önce generaller, sonra başbakan ve bakanlar, daha sonra da yargıçlar, üst düzey bürokratlar ve tekelci sermaye geliyor...
İlle de TSK "herşey"...
Komünizm için "Birey" ise politbüro üyeleri ve KGB idi...
Ve...
Sivil iktidarlar, (27 Mayıs 1960'tan sonra) kendi kendini atatmış genelkurmay başkanını, halkın seçtiği milli savunma bakanına bağlayamadılar...
Bırakın milli savunma bakanını, Başbakan bile genelkurmay başkanına, "paşam bana bir uğra" diyebilecek yetkiye sahip değil...
Çünkü genelkurmay başkanı başbakan'a karşı sorumlulukarı olan bir develt memuru sadece...
Çünkü genelkurmay başkanı Milli Savunma bakanına "emreder", bakan ise "arz eder"...
Paşanın makam arabasının plaka numarası da milli savunma bakanından çok daha önceki sıralardadır...
Yanlış hatırlamıyorsam genelkurmay başkanının plaka numarası 04...
Yani...
En önemi anayasa değişikliği ve hatta AB tam üyeliğinin "olmazsa olmaz koşulu"nu yerine getirmekten (çünkü askerlerden) korktular...
Ak Parti'nin de kendinen önce gelenlerden bir farkı yok...
Ya yargı?..
Yargının en büyüğü AM Başkanının plâka numarası 03 ama etkinliği genelkurmay başkanından çok daha az...
Görünürdeki yetkileri ise iktidar korkusuyla kuşa dönüyor...
Ne istediği şekilde karar alabiliyor...
Ne kendi özerkliğini koruyabilecek güce sahip...
Ve elbette medya...
Sözüm ona Yasama - Yürütme ve Yargı'dan sonra dördüncü kuvvet ama biliyoruz ki, başbakanların kovduramadıkları birçok yazarı genelkurmay başkanı tek telefonla attırdı gazetesinden...
Bir taraf diğer tarafa "yandaş" diyor ama kendileri de bir başka tarafın yandaşı olduklarını görmezden geliyor...
Korkum en sonunda "YAŞ" mı da "KURU" mu çıldırması...
Şimdi...
Ben ne diyorum ona bakalım...
"YAŞ'la oynamayın" diyorum...
Neden?..
Statükocu olduğum için mi?..
Hiç ilgisi yok...
Çünkü...
Hükümet, TSK'yı demokratik disiplin altına almak gibi soylu bir düşünce taşımıyor...
Hükümet, "Seçilmiş Padişahlık" dönemine geçişi kafasına koymuş...
Hükümet, Kurtuluş Savaşı sonrasının Mustafa Kemal hükümetlerinin sahip olduğu yetkilerin bile daha fazlasını istiyor...
İlk Meclis (Mustafa Kemal ve arkadaşları), padişahın yetkilerini elinden almıştı ama halkın yaşamında değişen bir şey yoktu...
Aksine...
Yeni padişahlar, eski padişahlardan daha acımaszıdı...
Eski padişahlar tebaayı savaştırıyor, çalıştırıyor ama doğru dürüst mülk sahibi bile yapmıyordu...
"Hürriyet mi?" o da ne?..
Mustafa Kemal hükümetleri döneminde de değişen bir şey yoktu...
Pardon...
Değişen bir şey vardı...
Halkın giyimini, kuşamını, neye inanıp neye inanmayacağını ve hatta dinlediği müziği bile Mustafa Kemal ve arkadaşları tayin ediyordu...
"Şapka takacaksın!"...
"Ceket giyeceksin!.."
"Kravatsız işe gelmeyeceksin!"..
"Halk türküsü yerine klâsik batı müziği dinleyeceksin"...
Msutafa Kemal ve arkadaşları için de "Hüriyet", sadece ve sadece "Çok yaşa Mustafa Kemal Paşa!" diye bağırabilme özgürlüğüydü...
Mustafa Kemal haksız mıydı?..
Yani Mustafa Kemal'in sözüm ona seçilmişliği, padişahın yetkilerinden daha fazlasını veriyordu ona...
Dikkat!..
"Mustafa Kemal haksızdı" demiyorum...
O süreçte başka alternatifi yoktu...
Çünkü...
Yüzyıllarca padişah kulu olarak yaşamaya alıştırılmış olan "Hürriyet" nasıl bir şeydir diye bilmeyen ve o kelimeyi bile çoğunlukla duymamış olam halka "sen halksın, senin de hak ve özgürlüklerin var" deseydi o garibanlar bunu kabul etmezdi...
Neden?..
Günaha girmekten korktukları için...
Çünkü ha padişah, ha Mustafa Kemal...
İkisi de halkımız için Allah'ın birer halifesiydiler...
Allah'ın halifesine; "Allah'ın başımızdan eksik etmeyesi değerli devlet büyüklerimize itaatsizlik" mi?...
Zinharrr!..
Ahrette dilimiz ense kökümüzden çıkardı hafazanallah!..
O kadarla kalsa iyi...
Bir yandan Komünist Rusya açmış gözlerini ve ağzını yutmaya çalışyordu yeni Devleti...
Diğer yanda İngilizler, paramparça edip her yeni devleti kendi egemenliği altına almak için çaba harcıyordu...
Haliyle Kürtler sürekli isyan halindeydiler...
Ya şeyhler, şıhlar, din taciri mollalar?..
Onlar da Mustafa Kemal'in altını ve hatta gözlerini oymak için alesta bekliyorlardı...
Çünkü Mustafa Kemal ve arkadaşları onların da siyasal ve toplumsal bütün etkinliklerini sıfırlamak için çabalıyorlardı....
Şimdi de "Bak işte Kemalist'in tekisin" demek için kendi posta kutularında mesaj oluşturanları görür gibiyim...
Problem değil ve bu yazdıklarım benim de Kemalist olduğumu göstermez...
Ben sadece o günün şartlarını anlatıyorum...
Ak Parti aslında ne istiyor?..
Geleyim bugüne...
Hükümetimiz 7 yıldır ülkemizi yönetiyor...
7 yıl...
Az buz süreç değil...
Peki bu süreçte, TSK'yı etkili hale getiren ve halen yargılamalarda "lehte delil" olarak öne sürdükleri İç Hizmetler kanunu 35. Madde...
Ve...
Anayasada tarif edilen, "Başbakan - Genelkurmay başkanı ilişkilerini" değiştirmek, AB üyesi ülkelerle aynı konuma getirmek için ne yaptı?..
Söyleyeyim: Hiçbir şey yapmadı...
Parmağını bile oynatmadı....
Hem de şu son anayasa değişikliği pakaetiyle eline imkân geçmiş olduğu halde...
Hem de muvazzaf paşaların hemen hepsi tutuklu, aranan ya da kovuşturulan haldeyken...
BUna karşılık, Yargı üzerinde baskı kurup, istemediği paşalar hakkında "tutuklama" kararı çıkartıp terfilerini engelledi...
Ve medyası da bu kaosu "Zafer Bayramı" kutlamalarından daha büyük bir coşku ile kutladı...
Halkın diğer yarısını 27 Mayıs ihtilâlinde olduğu gibi "rencide" etti...
Neden?..
Söyleyeyim...
Hükümet demokratik disiplin altına alınmış bir ordu istemiyor...
Yasal düzenlemeler ordunun "darbe yapabileceği" ihtimalini ortadan kaldırırdı ama TSK'yı, "Ak Parti'nin Ordusu" yapmazdı...
Oysa hükümet aynı geçmiş zaman padişahları ve Mustafa Kemal'le arkadaşlarının hükümetleri gibi "kendi ordusunu" yaratmak istiyor...
Tıpkı padişahların ve Mıstafa Kemal hükümetlerinin kendi yargıları olduğu gibi "Ak Parti'ye bağlı" (TC Hükümetlerine değil) bir yargı istiyor...
Ve...
Ben YAŞ'ta alınan kararlarla "siyasetin ordunun taaaa midesine kadar" girmiş olmasına bozuluyorum...
Ben, demokratik bir ordu için yasal düzenlemeler yapmak yerine, "Ak Parti Ordusu" yaratılmak istenmesine karşı geliyorum...
Yani karşı olduğum şey "gelişim" değil, statüko...
Yani, babadan oğula geçen padişahların yerini alan "kendi ordusu, yargısı ve medyası olan seçilmiş padişahlar" istemiyorum...
[email protected]