Yalçın Akdoğan çok doğru şeyler söylüyor... Ama...
O gün mevcut “Terörle Mücadele Yasası” uyarınca bir sabahın köründe evinden alınıp savcılığa götürülecek sonra da “tutuklanması” talebiyle....
ADNAN BERK OKAN
Başbakan siyasi başdanışmanı ve Ak Parti milletvekili Yalçın Akdoğan dünkü Star’da “Türkiye, hukuki hesaplaşmayı başardı” başlığı altında yayımlanan makalesinde ileri demokrasinin tanımı açısından çok doğru şeyler yazıyor…
Meselâ diyor ki;
“Ergenekon davası Cumhuriyet talihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır. Milletin iradesini katletmeye, sivil yönetimi devirmeye ve ülkenin rejimini-düzenini değiştirmeye çalışmak en büyük hukuksuzlukların başında gelir”.
Aynen katılıyorum…
Çünkü başta Balyoz, Sarıkız ve Ayışığı olmak üzere Ergenekon'un da "bir bölümü" için yapılan duruşmaların hiçbirisinde temel sebep "yargılama" değildi...
Neden?..
Çünkü yargılamada gerçekten de hak verme duygularının yüceliğine dayanan "adalet" vardır...
"Hesaplaşma" ya da "helâlleşme" ise adları üstünde...
Adil olmayı gerektirmez...
İçinde vicdana yer vermez...
Aksine...
"Acıma acınacak duruma düşersin" diye akıl verir hesaplaşıcıya...
Ya da "o da zamanında sana çok kıyakçılık yaptı, affet gitsin" diye "gani yürekli"(!) olmayı tavsiye eder...
Çünkü hesaplaşmada veya helâlleşmede asıl olan hesaplaşmayı veya helâlleşmeyi yapanının kişisel duygularıdır...
Nefretidir...
Öfkesidir...
İntikam (rövanş) alma ihtirasıdır...
Sevgisidir...
Vefa hissinin yüksekliğidir...
Ve hatta sadakatidir...
İşte bu nedenledir ki;
“..... askeri darbeler bu kararla top yekûn mahkûm edilmiştir” tespitine katılamıyorum…
Zira...
"Hesaplaşma / helâlleşme" ile "mahkûm etme" ya da "beraat ettirme" yan yana gelmez, gelemez...
Meselâ, 27 Mayıs’ın bu kararlarla nasıl olup da mahkûm edildiğini aklım almıyor…
Peki şu son yargı kararları alınınca 27 Mayıs'la hesaplaşılmış mıdır?...
Olabilir...
Mümkündür...
Ama sadece hesaplaşılmıştır...
"Mahkûmiyet" yoktur orta yerde...
Yine meselâ; 12 Mart darbesiyle fidan gibi üç genci idam edenlere ne gibi cezalar verildiğini bilmiyorum…
Veya verildi de acaba ben mi farkında değilim?
12 Eylül paşalarından hayatta kalan ikisi yargılanıyor yargılanmasına da; sonunda ne göreceğimizi halen anlayabilmiş değilim…
Çünkü...
O yargılamalar da adaletin gereklerini yerine getirmekten daha çok iki paşayla "hesaplaşma" şeklinde yapılıyor...
Allah aşkınıza söyler misiniz?...
Bir yarde "hesaplaşma" varsa orada "yargılama"dan söz edilebilir mi?..
"Yargılama" yapılacak olsaydı 27 Nisan Muhtırasını veren dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt yargılanıp da hesap vermek bir yana; Hükümetin gözbebeği olabilir miydi?
Ama hepimiz biliyoruz ki fiilen, seçilmiş iktidara ve parlamentonun tamamına "muhtıra" veren Büyükanıt Paşa işe hesaplaşma değil de helâlleşme yapıldı...
Keza; Balyoz, Ay Işığı, Sarıkız darbe planlarını bildiklerini ama hiçbir tedbir almadıklarını bizzat kendileri itiraf eden Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman paşalar maşallah hayatlarından pek memnunlar…
Darbe planlarını yapıp o iki orgenerale de şarkı söylermiş gibi; “aha işte darbe yapacağız haydi gelin siz de katılın bize” deyip de darbe yapamayanlar ise kanunlar izin verseydi idam edileceklerdi…
Tam bir kara mizah…
Ey güzel insanlar!..
Size soruyorum;
O zaman nasıl oluyor da “çok büyük zulüm ve işkencelere imza atan askeri darbeler bu kararla top yekûn mahkûm edilmiş” oluyor aklım almıyor…
Pardon, pardon…
Yoksa…
Son beş yılda yapılan yargılamalarda darbe yapmaya niyetlenen ama beceremeyenler “kişisel” olarak cezalandırılırken; darbeleri başarıp ülkenin ve milletin canına okuyanların yerine “darbe” isimli biri var da o mu mahkûm edildi?..
İki gözüm aksın anlayamadım…
Biri veya mahkûm edilen Bay/Bayan darbe himmet ede de bana bunu anlata…
Sevgili siyasi Başdanışman (ekonomi başdanışmanı yiğit bir arkadaş bildiğiniz gibi) diyor ki:
“Ayrıca şu an ceza alanlarla birlikte bütün darbeciler ve darbe girişimcileri milletin vicdanında mahkûm olmuştur…”
İyi ama araştırma sonuçları sevgili siyasi başdanışmanı doğrulamıyor...
Nereden mi çıkardım?..
Söyleyeyim:
2011 genel seçimleri başta olmak üzere daha önceki seçim sonuçlarını da neredeyse yüzde yarımlık yanılgıyla doğru tahmin eden SONAR’ın yönetim kurulu başkanı Hakan Bayrakçı HaberTürk TV’de katıldığı bir programda mealen dedi ki:
“Yaptığımız son araştırmalara göre Ak Parti'ye oy vermeyenlerin tamamı (milletin yüzde ellisi) ile; Ak Parti’ye oy vermiş % 50’lik kitlenin en az yarısı (milletim % 25’i) Balyoz, Ay Işığı, Sarıkız davalarında verilen cezaları kabullenemediler. Şu son Ergenekon davasında verilen cezalara da aynı kitlelerin itiraz edeceklerini tahmin ediyorum…”
İyi ama hani bütün darbeciler ve darbe girişimcileri milletin vicdanında mahkûm olmuştu?..
“Millet” tanımına halkın sadece % 25’i mi giriyor?..
Çok mu önemli?
Bana sorarsanız; Balyoz, Ay Işığı ve Sarıkız isimli davada yargılanan darbe niyetlileri (niyet var ama eylem yok) Ergenekon’un icraatçı çetelerinin yanında pek bir masumdurlar…
Ama…
Ergenekon çetecileriyle yargılanıp da müebbet hapis cezasına çarptırılan paşalar içinde başta Başbuğ olmak üzere öyle paşalar var ki; hepsi de Başbakan Erdoğan’ın en yakın çalışma arkadaşları…
“Çok mu önemli?” derseniz; size yakın tarihten bir örnek vereceğim…
Federal Almanya tarihinin en başarılı başbakanlarından biri olduğu kabul edilen Willy Brandt; yetmişli yılların ilk yarısında, muhteşem başarılarına rağmen; sekreteri Günter Guillaume'nin Doğu Alman Casusu olduğunun ortaya çıkması üzerine görevinden istifa etmişti…
Sayın Başbakan Erdoğan’ın ise sekreteri değil; her perşembe günü buluşup ülke sorunlarını paylaştığı Genelkurmay Başkanı (ve kendisine bağlı çok sayıda orgeneral) “terör örgütü üyesi” olarak müebbet hapse mahkûm oldu…
İşte bu mahkûmiyet kararı kesinleşirse Sayın Başbakan’ın başı çok ağrıyacak…
Eğer İlker Başbuğ ve bağlı generallerle ilgili verilen bu son mahkûmiyet kararları Yargıtay tarafından da onanırsa; Sayın Erdoğan sivil hayata döndüğünde çok büyük ihtimalle “sanık” konumuna düşecektir…
Ve çok büyük ihtimalle yargılanacaktır…
Demek istemem o ki;
Şu son yargılamaların sevgili Akdoğan kardeşimin dediği gibi “hukuki hesaplaşma” olduğu doğrudur…
Doğrudur ama…
İçinde Sayın Başbakan’ın iradesi dışında kendisine karşı kurgulanmış bir siyasi oyun olduğu da bir başka gerçektir…
Bu nasıl bir hukuk zaferidir ki bu ülkenin gelmiş geçmiş en başarılı Başbakanını “terör Örgütü üyesi Genel Kurmay başkanına devletin sırlarını vermek” suçundan sanık haline getiriyor…
Lütfen “Sayın Başbakan Başbuğ Paşa’nın terör örgütü üyesi olduğunu bilmiyordu ki” demeyin…
Willy Brandt da sekreterinin “Doğu Alman Casusu” olduğunu bilmiyordu…
Hem, bir başbakan “bilmiyordum” diyerek kendini savunabilir mi?..
Dünyanın hiçbir demokrasisinde başbakanlar yakın çalışma arkadaşlarının işledikleri bir suç için “suç işlemekte olduğunu bilmiyordum”; ya da “terör örgütü üyesi olduğunu bilmiyordum” diye savunma yapamazlar…
Eğer Yargıtay da İlker Başbuğ’un “terör örgütü üyesi” olduğu konusundaki kararı onaylarsa lütfen not ediniz…
Çok sayıda “işgüzar” ve hatta “partizan” savcı çıkacak; Başbakan Erdoğan’ın dokunulmazlığının kaldırılması için fezleke hazırlayacaktır…
Ey güzel insanlar!..
Sakın “öyle bir savcı çıkmaz” demeyin…
7 Şubat’ta MİT Müsteşarı gözaltına alınmak üzereyken şöyle yazmıştım:
“Bu eylem plânı MİT Müsteşarı’nın tutuklanması için değil, Başbakan Erdoğan’ın tutuklanması için başlatılmış bir operasyondur” …
MİT Müsteşarı’nın gözaltına alınması için fezleke hazırlayan savcıya en büyük desteği verenlerin kimler olduğuna dikkat çekmiş; bir dini inanç topluluğunun oyunun kurucusu olduğunu savunmuştum…
Yazımın yayımlanmasından sadece birkaç saat sonra Erdoğan direndi; MİT Müsteşarı’nı teslim etmedi…
Etseydi ne mi olacaktı?..
Söyleyeyim:
O gün mevcut “Terörle Mücadele Yasası” uyarınca bir sabahın köründe evinden alınıp savcılığa götürülecek sonra da “tutuklanması” talebiyle hâkim karşısına çıkarılacaktı…
Yani, bütün dünyaya rezil olacaktık...
“Milletvekilliği dokunulmazlığı ne olacaktı?” diye sormayın çünkü o gün yürürlükte olan “Terörle Mücadele Yasası” başbakan da olsa; teröre bulaştığına ilişkin elde somut kanıtlar bulunan bir milletvekilinin tutuklanmasına cevaz veriyordu…
Somut kanıtlar ne mi olacaktı?..
MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın “Oslo” görüşmeleri, ses bantları ve imzalar…
Yani oyun müthiş tezgâhlanmıştı…
Önce Oslo görüşmeleri sızdırılmış, sonra da MİT Müsteşarı Hakan Fidan için “gözaltı” kararı aldırılmıştı…
Övünmek için söylemiyorum ama neler olacağını ilk fark eden ve internetin hızından yararlanıp da bu tehlikeye ilk dikkat çeken ben olmuştum…
Şimdi yine uyarıyorum:
Allah aşkına bu yazdıklarıma ambargo falan koymayın…
Başbakan tehlike altında…
MİT Müsteşarı’nı tutuklatamayanlar önümüzdeki günlerde aynen Willy Brandt’a oynanan oyunu oynayacak ve Başbakan’ın “terör örgütü üyeliği kesinleşmiş” bir kişi (genelkurmay başkanı da olsa) ile her hafta perşembe günü görüşerek “ülkenin sırlarını paylaştığı” iddiasıyla fezleke hazırlatacaklardır…
Bunun tedbiri daha şimdiden alınmazsa Ekim’deki asıl tehlike sokaklar değil işte budur…
Unutmayınız:
Başbakanların görev alanları bütün yurt sathı olduğu için fanatik bir partili ya da dini inanç topluluğu müridi bir savcı çıkacak ve Başbakan hakkında “terör örgütü üyesi bir genelkurmay başkanıyla devlet sırlarını paylaştığı” iddiasıyla soruşturma başlatabilecektir…
Lütfen bunu not ediniz…
Bugüne kadar bu fakir bu konularda hiç yanılmadı, bu konuda da yanılmayacaktır…