Yalan iman tazeleme aracı olarak kullanılıyor...
Açsınlar geriye doğru Habertürk’e baksınlar. “Sarıgül haberi yapmayın” denmiş mesela...
Bir söyleşi yapmışsam eğer en çok; “giriş” yazmaktan keyif alırım…
O girişi yazarken kendimi Yaşar Kemal veya Fikret Otyam gibi hissederim...
Ama…
Fatih Altaylı ile yaptığım söyleşiye "giriş" yazmayacağım…
Neden mi?..
Bir an önce onun verdiği cevapların tadına varasınız diye…
Fatih duymasın ama, bu adam, eski cumhurbaşkanlarımızdan birinin de dediği gibi, gerçekten de deli…
Çünkü o kadar doğruyu ancak bir deli söyleyebilir…
Ancak bir deli bu kadar açar yüreğini…
Ve size bir şey söyleyeyim mi?..
Ben böyle delileri çok seviyorum…
Evet başlıyoruz…
"ADAM GİBİ ADAM"
Adnan Berk Okan: Fatih, Kral Lear başta olmak üzere bütün tarih kitapları, bütün romanlar, bütün tiyatro oyunları hep doğru söyleyenlerin kaybettiklerini, sevilmediklerini anlatır. Çok okuyan bir entelektüel olarak hayatın bu acı gerçeklerine rağmen bu kadar dik, sert, dobra olmanın ardındaki özgüven duygusunun kaynağını gazeteciler.com okurlarıyla da paylaşır mısın?
Fatih Altaylı: Emin ol ki, bunun arkasında bir özgüven falan yok. Bu sadece karakter özelliği. Hep böyle oldum. Çocukluğumdan beri. Dedem çok otoriter bir adamdı. Çocukları bile onunla konuşurken çekinirdi. Herkesin “Beyefendi” veya “Ağabey” diye hitap ettiği, kimsenin gözüne bakamadığı çok sert bir mizacı vardı. O adama bile beğenmediğim yönlerini yüzüne söyleyen bir ben vardım ve dedem de beni yanından ayırmazdı.
ABO : Demek ki deden sert değil, halkın “mert” dediği bir adammış… Öyle ya; kendisini eleştiren insanlara, yağ çekenlerden daha çok kıymet verenlere halk arasında “adam gibi adam” denir.
F.A.: Öyle bir adamdı evet ve benim, beğenmediğim yönlerini onun yüzüne karşı söylemem hoşuna giderdi. Belki biraz da beni kendine benzetirdi. Yakından tanıyanlar için şakacı, gırgır bir adamdı. Dışardan ise taş gibi sert görünen biriydi.
ABO: Çok ilginç. Tam da çocuk eğitimcilerinin anlattığıkları gibi. Çocuğun karakteri aile içinde gördüğü ilgiye göre şekillenir. Baskı altındaki çocuk pısırık olur, özgür bırakılan çocuk ise özgüven sahibi.
F.A.: Olabilir… Aile ortamımız da belki beni biraz böyle yaptı. Çocuk yaştan itibaren ailede her konuda fikrim soruldu. Aileyi ilgilendiren her karara katkıda bulunmama izin verildi hatta teşvik edildim. Bu nedenle de böyle kötü bir karakter özelliğim ortaya çıktı.
ABO: Tabii ki kötü değil aksine, gelişmiş ülkelerde demokrasinin kalitesini yükselten de işte bu aile içinde çocuğun özgürleştirilmesi, değer verilmesi, fikrinin sorularak hani var ya halk arasında o küçücük yaşta adam yerine konulması değil mi?..
"BUNUN BEDELİNİ DE ÖDEDİM, ÖDÜYORUM"
[page_end]
"BUNUN BEDELİNİ DE ÖDEDİM, ÖDÜYORUM"
F.A. : Evet ama ya da o kadar özgürlük, beynimle ağzım arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmış olabilir…
ABO: Ya beyniyle ağzı arasından okyanus geçenler?..
F.A.: Aklıma geleni söylemezsem, eleştirimi veya fikrimi ortaya koymazsam içime dert oluyor. Bunu siyasetçiye de, arkadaşıma da, patronuma da herkese yapıyorum. Bunun bedelini de ödedim, ödüyorum, bundan da korkmuyorum.
ABO: Fatih’çiğim; bedel ödemek bir şeylere sahip olmak demektir… Bedel ödemeyenin sahip olduğu olabileceği bir şey de yoktur…
F.A.: Ama… Açık söylemek gerekirse son zamanlarda bu konuda biraz geri adım attım. Emin ol kendim için değil. Benim sözlerimin bedelini başkalarına ödetmemek için. Ben her türlü bedeli öderim ama benim ödediğim bedelle yetinmeyenler, benim bu sözlerimin bedelini başkalarına da ödetmeye hatta benim bu sözleri söylememe ortam hazırlayanlara ödetmeye meyilli oldukları için eskisi kadar rahat değilim. Hatta bazen çıldırma raddesine geldiğim oluyor. Galiba 50 yaşından sonra şunu öğrendim. Her söylediğin doğru olsun ama her doğruyu söyleme. Çünkü şunu biliyorum. Doğrular asla gizli kalmaz. Günü gelince çıkar ortaya.
ABO: Dikkat ediyorum; siyasi liderlerimizin, işadamlarımızın, sporumuzu yönetenlerin, sporcularımızın ve sanatçılarımızın dünya çapında saygınlıklarının olmayışının temelinde biraz da bu eleştirilmekten hoşlanmama, sürekli tatlı sözler işitme, hatalarının yüzüne karşı söylenmesinden haz etmeme gibi olumsuz huylar yatıyor. Ne dersin?. . Yanılıyor olabilir miyim?..
F.A.: Bizim memlekette biraz yükselen, biraz sivrilen herkes bokunda boncuk olduğunu zannediyor veya birileri onları bokunda boncuk olduğuna inandırıyor.
‘HERKESE BİR AYAR VERİCİ LÂZIM”
[page_end]
‘HERKESE BİR AYAR VERİCİ LÂZIM”
ABO: Ne yazık ki haklısın… Tilkinin kargaya “sesin ne kadar güzel?” demesine inandığı gibi yüzüne karşı söylenen tatlı sözlere inanmaya hazır o kadar çok ünlü var ki şu memlekette…
F.A.: Evet ama sonra ne oluyor?.. Küçük bir eleştiri karşısında tahammülsüzlük başlıyor bu defa da…. Geçenlerde yazdım köşemde ‘Herkese bir ayar verici lazım” diye. Ayarlanmayan saat, ne kadar iyi, ne kadar kaliteli olursa olsun, bir süre sonra şaşar. O yüzden de arada bir ayar lazımdır… Ama bizde yükselenlere kimse ayar vermez. Doldurur doldurur sonra da bu dolmuşlardan ötürü zembereği boşalınca ‘Eee, çok da havalanmıştı” derler.
ABO: Otuz sene kadar önce cezaevine girmiştim… Duvarda “yiğitsin derler candan ederler, cömertsin derler maldan ederler” yazıyordu ve benim o güne kadar okuduğum en derin hayat felsefesiydi o cümle çünkü tam da benim durumumu anlatıyordu…
F.A.: Doğru laf gibi görünüyor… Mesela bana en iyi ayarı verenler eşim ve kızımdır. Kimseden üstün veya aşağı olmadığımı bana hep hatırlatırlar. Hatalarımı en ağır dille söylerler. Arkadaşlarımı da hatalarımı söyleyenler arasından seçerim. Bakın Başbakan’a. Yanında ona gerçekleri söyleyen kaliteli adamlar olduğu zamanki halini ve son dönemlerdeki halini. Ama galiba bir noktaya gelince doğruları duymak hoşlarına gitmiyor.
ABO: Evet Fatih haklısın. Başbakan’ın en büyük eksikliğini duyduğu kurum danışmanlık kurumu. Yanında bir Cüneyt Zapsu’nun, bir Ergun Özbudun’un olmayışı… Neyse; daha fazla dalmayayım bu danışmanlık konusuna… Dikkat etin mi bilmem... İnsanlarımızın çoğu, sabah işe gelirken aceleyle ağzını yıkamaya vakit bulamadığı için olsa gerek dudak uçlarında peynir veya yağ bulaşmış patronlarına o küçük bulaşığı söylemeye utanırlar. Bunun sebebi ne olabilir?. Patrondan korkmak mı? Patronun mahcup olacağını düşünmek mi? Yoksa “bana ne ya?.. Başkası söylesin” çekingenliği mi?. Sen ise neredeyse küçücük bir nokta için bile “ağzınızın kenarında peynir kırıntısı var” diyecek kadar acelecisin. Neden?
"ACELECİYİM ÇÜNKÜ HAYAT KISA".
F.A.: Beni yıllardır tanıyorsun. Ben söylerim. Patrona da söylerim, Amerika Başkanı’na da söylerim, Papa’ya da söylerim. Benim yetiştirilme tarzım bu. Ben hayatım boyunca ne kimseden üstün olduğuma inandım ne de birisinin benden üstün olduğuna. Hepimiz insanız ve bilemedin 80-90 yıl yaşayıp gidiyoruz. Bana göre tüm insanlar eşittir. Makam mevki kimseye üstünlük sağlamaz. Kimi işler makam gerektirir, kimileri gerektirmez. Şimdi sorsanız Habertürk gazetesinde en önemli mevki kimin diye, “Fatih Altaylı’nın” derler. Bana göre ise binamızdaki tuvaletleri temizleyen arkadaşımızla benim aramda hiç bir fark yoktur. Hatta onun işi daha önemli bile olabilir çünkü o işini iyi yapmazsa, bizim çalışma imkanımız kalmaz. Bu yüzden de ben ast üst farketmeden herkesle aynı şekilde konuşurum. Hatta açık söylemek gerekirse daha alt mevkideki insanlarla daha yumuşak, daha kibar olmaya çalışırım. Bunu da herkes bilir. "Niye acelicisin?" diyorsun. Aceleciyim çünkü hayat kısa. Orada rahatsız edici bir şey varsa, senin örneğinle bir peynir parçası var ise onun beni daha uzun sure rahatsız etmesini istemem, karşımdakini de daha fazla rezil etmesini istemem. Hemen söylerim. Bunda da bir ayıp yoktur. 1999 yılıyda galiba. Aydın Doğan Bey’le bir konuyu tartışıyorduk. Öyle şeyler söyledim ki, Aydın Bey, “Yeni kalp ameliyatı oldum sen bana bir kez daha kalp krizi geçirteceksin’ dedi. Yanlış anlama kötü şeyler söylemedim. Sadece o günlerde medyanın siyasete müdahale biçimiyle ilgili eleştiriler yapmıştım. Dinç Bilgin’in bizi de bozduğunu söylemiştim.
ABO: Keşke Dinç Bilgin’in de bir Fatih Altaylı’sı olabilseymiş de o yaşadığı çileleri yaşamasaymış… Bu arada aklıma geldi. Çok eski bir müzisyen olarak orduevlerinde, düğün salonlarında ve İstanbul’un en nezih kulüplerinde şarkı söyledim. Senin de yakın arkadaşın olduğunu bildiğim Candan’ın (Erçetin) ağabeyi orkestramda uzun süre org çaldı. Dans müziği söylemeye başladığımda bütün subaylar önce paşanın veya o anda salondaki en büyük rütbeli subay kimse, onun kalkmasını beklerlerdi. Sivil düğünlerinde bile herkes önce bir başka çiftin dansa çıkmasını beklemez mi?. Bu durum medya dünyamız için de geçerli?.. Medyamızda da meslektaşlarımız bir siyasi lidere hele başbakan veya cumhurbaşkanı ise ilk soruyu sormaya çekiniyorlar. Sen işte bu sevimsiz ve bence aşağılık duygusundan başka bir şey olmayan kuralı bozanlardansın. Af edersin ama sen kasabanın delisi misin ki bütün liderlere en sorulmayacak soruları en önce sorabilmek için yanıp tutuşuyorsun?..
F.A.: Bunu artık ne kadar becerebiliyorum bilmiyorum. Aslına bakarsan Başbakan’a yaptığımız seyahatlerde Başbakan’a en acayip, en can alıcı ya da manşet çıkaran soruları hep ben soruyorum. Benim aklıma geldiği için değil, ben sorabildiğim için. İlginçtir Başbakan orada bunlara çok sinirlenmiyor ama bunu ekran karşısında yapınca öfkeleniyor. Bunu o seyahatlere katılan tüm gazeteciler de biliyor zaten en ters soruları benim sorduğumu. Hatta davet edildiğim son seyahatte Erdal Şafak bir soru sordu. İyi bir soruydu. Toplantıdan sonra “Hep sen soruyorsun, hep sen hedef oluyorsun. Bu sefer kendimi sana siper ettim” dedi gülüştük hep beraber. Benim işim soru sormak. Soru sormayan gazeteci değildir. Eski Cumhurbaşkanlarından biri bana “Deli oğlan” lakabını takmıştı. Hoşuma da gitmedi değil.
ABO: Türklerin geleneklerinde “deli” lakabı saygın insanlara verilir bilirsin, çünkü doğruları ancak bir delinin söyleyebileceğine inanır Türkler. Fatih; yasal veya yasa dışı dinlenmiş kasetlerde söylenenler üzerinden yorum yapmayı sevmiyorum ama bir de gerçek var orta yerde. Ve hepimiz biliyoruz ki Başbakan’ın telefon ettiği Fatih sen değilsin. Birlikte çalıştığınız bir başka Fatih’i arıyor Başbakan. Ama menzil dahilinde olduğun için midir?. Yoksa sorularınla ve makalelerine çok can yaktığın için midir nedir; yumruklar hep sana doğru sallanıyor. Ve yine hepimiz biliyoruz ki sana doğrudan ulaşamayıp araya başkasını sokan siyasetçiler, senden başka diğer bütün genel yayın yönetmenlerini ya bizzat ya da danışmanları aracılığıyla arayıp müdahale ediyorlar. Neden onlar değil de bizzat hiç aranmadığın halde bütün hücumlar sana yapılıyor?
"TALİMATLAR GAZETECİLİK YAPMAYIN DEMİŞ"
[page_end]
"TALİMATLAR GAZETECİLİK YAPMAYIN DEMİŞ"
F.A.: Ben medyanın karakoyunuyum da ondan. Sürüden ayrıyım. Ne siyasetçilerle, ne gazetecilerle özel hayatımda görüşmem. Herkesle mesafeli bir duruşum vardır. Sevdiğim, saygı duyduğum pek çok meslektaşım var ama sadece meslek arkadaşıyım onlarla. Tabir caizse kimseyle “Büzükdeş” değilim. O yüzden de kimse bana arka çıkmaz. Kolayca vururlar. Önden veya arkadan farketmez. Açıkçası böyle bir beklentim de yok. Birileri bana arka çıksın, beni savunsun derdinde değilim. Çok doğru söylüyorsun. Ben bir kez bile aranmış değilim. Ne bakanlar, ne başbakan. Tam aksine benim gazetem yüzünden Fatih Saraç’ı arayıp duruyorlar. Çünkü ben Fatih Saraç’a ragmen bildiğimi okuma gayreti içinde olmuşum. Her haberi yapmışız. Türkiye’nin çok büyük bir gazetesinin Ankara temsilcisi “Çok iyi habercilik yapıyorsunuz. Büyük cesaret” demiş. Zaten Saraç’ın sürekli aranmasının nedeni benim laf söz dinlemeden bildiğimi okumam. Bir ayıp, bir belaltı vuruş falan da yapmadan tabii. Habercilik yapmışım. Talimatlar gazetecilik yapmayın demiş, ben yapmışım ve Saraç aranmış. Biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz. Türkiye’de gazetecilikte pek çoğumuz neyin ne olduğunu biliyor. Ama arlı arından utanıyor, arsız “benden korkuyorlar” zannediyor. Bazıları da sahtekarlık yapıyor. Ben kimin kimi aradığını, kimin kimden talimat aldığını, başlıkların, haberlerin kimler tarafından kimlere danışıldığını, kimlerin kimin talimatıyla kovulduğunu biliyorum. Hatta kimlerin kimin talimatıyla hangi görevlere atandığını da….
ABO: İsim ver desem, verir misin?..
F.A.: Yok, hayır, şu an için isim vermek benim vazifem değil. Beni zor durumda bıraksalar da ben kimseyi zor durumda bırakmak istemem. Çünkü biliyorum ki, o arkadaşlar da bu baskılara keyfinden boyun eğmiyor. Ama “Biz dinlemeyiz, bizde Saraç yok” demeleri komiğime gidiyor. Benim içinde bulunduğum medya grubunun sahibi Turgay Ciner’dir. Turgay Ciner “Fatih Saraç benim adıma medyaya bakacak” dediyse, patron temsilcisi olarak atadıysa Saraç da beni arayıp konuşabilir. Hiç değilse bizde başka yerlerde olduğu gibi danışmanlar arayıp bana talimat vermemiş, verememiş. Ya da ben bazıları gibi danışmanları arayıp bu haberi nasıl görelim diye sormamışım.
ABO: Dedin ya biz kırk kişi birbirimizi biliriz… Şu medya dünyasında “Turgay Ciner beni Altaylı Fatih’in yerine oturtsun, Saraç Fatih isterse günde otuz kere yüzüme tükürsün” diyenler olduğunu hepimiz biliyoruz… Yani ondan daha ilginci senin dışında bütün meslektaşlarımız sanki bir siyasi lider ilk defa medyaya müdahale ediyormuş gibi şaşırmış numarasına yatıyorlar… Sen ise yine bugüne kadar hiçbirisinin yapamadığını yaptın ve “tecavüze uğrayanı bu kadar eleştireceğinize bir şeyleri de tecavüzcüye söyleseniz” mealinde bir şeyler söyledin. O açıklaman yüzünden patronajdan tepki aldın mı?..
“PATRON KOVDU DEMEN LAZIMDI“
F.A.: Tek bir tepki aldım. Turgay Ciner eleştirdi beni. Esik söyledin dedi. Bir sağlık haberindeki başlık haber uyumsuzluğundan ötürü iki arkadaşımız kovulmuştu. Ben televizyonda “Ben kovmadım. Üst yönetim kovdu. Ben kovulmamaları için çok direndim” demiştim. Turgay Bey bunu eleştirdi. “Patron kovdu demen lazımdı“ dedi. Haklısın ilk kez görevdeki bir yayın yönetmeni benim kadar açık konuştu ama yine eleştirilen benim.
ABO: Fatih belki kimsenin dikkat etmediği bir şeyi hatırladım şimdi. Sen Habertürk gazetesinde künyede giderek aşağı indin. Daha doğrusu künyenin üst bölümünde seninle yanyana başka isimler de yazıldı sonradan. Buna tepki göstermedin mi? Sonuçta okur için o gazetenin en tepesinde sen varsın diye görülüyor.
F.A.: Bravo abi. Buna kim dikkat eder Allahaşkına senden başka ama çok önemli aslında. Künyedeki değişim pek çok şeyi gösteriyor da anlayana. Oradaki mesaj çok net değil mi sence?.. Bir yanda ben varım. Gazeteci. Aynı hizada Fatih Saraç. Patron temsilcisi. Demek ki, Habertürk’te tek adam, tek yetkili ben değilim. Künye onu gösteriyor.
ABO: Kenan Tekdağ’la aranızda sorun olduğu iddia edildi hep.
F.A.: Asla… Kenan Bey’le gayet iyi anlaşırız. Çok da severim. Habertürk gazetesi ve televizyonu kurulduğundan beri çok uyumlu çalıştık. Birbirimizin fikirlerini dinleriz, konuşuruz. Arkadaşız. Aynı fikirde olmadığımız olmaz mı? Çok olur. Ama düşünen iki insanın her konuda anlaşması mümkün değildir. Ama Kenan Bey’in zerafeti onunla anlaşmayı kolaylaştırır.
ABO: Türkiye medyasında genel yayın yönetmeni olmadan önce bütün iktidarlara, başbakanlara ve siyasi liderlere hatta bürokrasiye, iş dünyasına, spor insanlarına, sanatçılara en yapılamayacağı sanılan eleştirileri yaptın. Genel yayın yönetmeni olduktan sonra biraz da “taç giyen baş akıllanır” misali daha ticari düşünmüş olabilir misin?. Gazete okurları ve televizyon izleyicileri senin de diğerleri gibi baş sallamadığını, verilen cevaplardan tatmin olmayınca üst üste en ters soruları sormana alışık oldukları için son yıllardaki muhalefetinin dozunu az buluyor olabilirler mi?.. Gerçekten de muhalefetinin dozu düştü mü?. Düştüyse neden?..
"BENİM DURUMUM DA BU."
F.A.: Bunu düşünen varsa onlara söyleyeceğim tek şey “Haklısınız” olur. Evet sorularımın dozunda bazı düşüşler var. Ben de biliyorum. Neden biliyor musun?
Çok insani bir nedeni var. Eğer Başbakan’ı sıkıştıramıyorsam, ona ters düz her türlü soruyu bir televizyon programında soramıyorsam, o zaman anamuhalefet liderine de sormam. “Zayıf durumda olana aslan kesil, güçlüye kuzu ol” bu bana uymaz. Güçlüye mecburen kuzu oluyorsam, zayıf durumda olana da kuzu gibi soruyorum. Adalet duygum bunu gerektiriyor.
2011 seçimlerinden once Kemal kılıçdaroğlu’nu konuk ettim. Çok sert başladım. Kemal Bey bir anda darmadağın oldu. Sonra kendime kızdım. “Fatih, Başbakan’a bunu yapabiliyor musun? Yapamıyorsun. O zaman Kemal Bey’e mi gücün yetiyor. Yapma” dedim kendi kendime ve programdaki dozu düşürdüm. Buna Başbakan’ın çok kızdığını biliyorum. Ama vicdanım böyle yapmamı söyledi. AK partili konuğun istediğini söylemesine izin veriyorsam, CHP’li konuğa da veririm. Şunu da söylemek isterim. Ben sert olduğum zaman sert olmakla eleştirildim, yumuşak olduğum zaman yumuşak olmakla. Nasrettin hoca gibiyim. Meşhur eşek hikayesindeki gibi.
Hoca ile hanımı kasabaya gidiyorlar. Yanlarında bir eşek. Hoca eşeğe binmiş, hanımı yürüyor. Yolda birileri ile karşılaşmışlar. “Adam eşeğe binmiş kadın yürüyor çok ayıp” demeleri üzerine hoca inmiş eşeğe hanımı binmiş. Az sonra karşılaştıkları başka biri “Ak sakallı adam yürüyor, kadın eşeğe binmiş. Olacak iş değil demiş” Hanımı da inmiş herkes yürümeye başlamış. Karşılarına çıkan biri. “Yahu siz salak mısınız?.. Biriniz eşeğe binsenize” demiş. Benim durumum da bu.
Ne yapsam veya ne yapmasam eleştiriliyorum.
ABO: Rahmetli babacığım kunduracıydı.. Yedi sekiz yaşlarımdaydım. Tatilde dükkânda çalışırdım. Metin Kurt (Galatasaraylı eski milli futbolcu) da gelirdi bazen; benden iki veya üç yaş büyüktü. Kösele tabanlı ayakkabılarda tahta çivi kullanılırdı. Ve Metin’le ben de o çivileri çakarken o kadar itina gösterirdik ki çivi kırılmasın diye, babam çıkışırdı bize: “icraatla kabahat kardeştir” derdi… “Biri varsa öbürü de mutlaka olacaktır… Daha çabuk daha çabuk hata yapmaktan korkmayın”… Yani Fatih, icraatın varsa kabahatin de olacak ama hayatta bir baltaya sap olamayanlar sadece kabahatlara bakarlar. Neyse… Bu da kendi kendimle söyleşi oldu… Fatih, güncelliğini Başbakan çok sık hatırlattığı için yitirmeyen ve kamuoyunun “Kabataş saldırısı” olarak bildiği ama ortaya çıkan görüntülere göre saldırı olmadığına karar verilen ancak bir de ortada adli tıp raporu olan olayın abartılması, tiplerin hayal gücünden kaynaklandığı kanaati oluşması ve çok büyük ihtimalle yalan söylenmiş olması da en az saldırganların eylemi kadar ahlak dışı değil mi?. Birisine öfkeyle ve asla öldürme kastı taşımayan bir yumruk atsanız ve şikâyetçi olunsa alacağınız ceza “yok” denilecek kadar azdır. Oysa birisini aldatırsanız, yalan söyleyerek bir çıkar sağlarsanız cezası çok ağırdır. Buna rağmen siyasetçilerimizin ve medyamızın yalandan daha çok darp eyleminin üzerinde durmasının sebebi ne olabilir?. Yalancılığı kanıksamış olmak mı?.. Milletçe yalancı olmak mı?..
"YALAN İMAN TAZELEME ARACI OLARAK KULLANILIYOR".
F.A.: Türkiye’de hala ahlaktan bahsedebilecek miyiz? Kaldı mı? Su gibi yalan söylenen bir siyasi ortam var. Dün beyaz dediklerine bugün siyah diyen, dün baştacı ettiklerini bugün yerin dibine gömen siyasilerimiz ve medyamız var. Ne ahlağı?.. Ne yalanı?.. Sizin yalanınıza inanmaya hazır bir kitle varsa ve “Hadi bir yalan söyle de biz de ikna olalım” diye bekleyen bir kitleniz varsa, yalancılık, iyi yalancılık bir meziyet haline gelmiş demektir. Kabataş’ta görüntüler bulunmasaydı bile Angel hells görüntüsündeki yüz kişilik bir grup başka yerde görülür, fotoğraflanırdı. Böyle bir grubun ne o gün, ne başka gün çekilmiş tek bir kare fotoğrafı yok. Bebek arabasıyla havaya atılıp, tekmelenen çocukta 3 tane 2 milim sıyrık var. Annesi bezini değiştirirken bile olmuş olabilir. Travma geçirdiği söylenen kadın ertesi gün twitter’da facebook’ta neler yazmış gördün mü? Olayla ilgili tek satır yok. 2. Günün Boğaz’da tekne turunda. 5. Gün ise aklına gelmiş gidip Adil tıptan rapor almış. Bacağında morluk var diye. Ölenlerden, kör kalanlardan kimse özür dilemiyor ama olup olmadığı belirsiz bir olay için kıyamet kopuyor. Böyle bir şey olsa, en büyük kıyameti biz koparırız onu da herkes bilsin.
Sorunun özüne dönersek. Evet yalancılık bizim milli bir hasletimiz oldu. Prim yaptıkça ve yalana inanmak için hazır bekleyen bir kitleniz oldukça daha da yalancı oluruz. Türkiye’nin bugünkü hali bu. Görüntü veya ses kayıtlarına ya montajla bir şey eklenmiş deniyor ya montajla bir şey çıkarılmış. Kimse gerçeği aramıyor. Herkes inanmak istediği tarafa inanıyor. Yalan iman tazeleme aracı olarak kullanılıyor.
ABO: Biraz da sevmediğin bölüme geleyim. Fatih Saraç’tan rahatsız mısın?
FA.: Gazeteci işine karışan veya karışmaya çalışan herkesten rahatsız olan insandır. En sevdiğim insan, ne bileyim karım arasa, kızım arasa “Şu haberi yap veya yapma” dese ondan da rahatsız olurum. Şunu da herkes bilmeli ki, birinin bana “Şu haberi yapma” demesi benim o haberi yapmadığım veya yapmayacağım anlamına gelmez. Geçen gün banka genel müdürü bir arkadaşım geldi. “Seni çok iyi anlıyorum. Pek çok bakan, siysetçi beni de arıyor. Bir sürü talepte bulunuyor. He he diyorum. Ama olmayacak bir şeyi yapmam mümkün değil. Yine de tamam bakarız diyorum. Senin yaptığın da bu” dedi. Ama… Bir grup insanın anlamadığı da işte bu… Gazete dediğin ortada bir maldır. Açsınlar geriye doğru Habertürk’e baksınlar. “Sarıgül haberi yapmayın” denmiş mesela. Yapmamış mıyız? Yapmışız. Hem de belki de yapmayacağımız kadar çok yapmışız. Niye? Çünkü “yapma” denince gazeteci tahrik olur yapmayacağı varsa yapar. Başbakan Sarıgül’den rahatsızlığını iletmiş, bizim her anketemizde Sarıgül solun liderlerlerinden biri olarak çıkmış ve koymuşuz. Fatih Saraç Başbakan’a “Uludere haberi yapmayacağız” diyor. Peki gazete ne yapmış? O gün birinci sayfamızda tam sayfaya yakın Uludere haberi yapmış. Fatih Saraç için üzülüyorum aslında. Arada sıkışmış. Bir yanda ben, bir yanda Başbakan. Benim yüzümden sürekli Başbakan’dan laf işitmiş. Ne İsa’ya yaranabilmiş, ne Musa’ya. Ama sonuçta Fatih Saraç gizli saklı biri değil. Gazetenin sahibinin patron temsilcisi olarak atadığı bir isim. Benim de çok işime yaramış aslında. Diğer genel yayın yönetmenleri gibi doğrudan siyasetçilerle muhatap olmak zorunda kalmamışım, başlıklar için Danışmanları aramak, aranmak zorunda kalmamışım. Çünkü kalsaydım yapamazdım. Becerebildiğim bir iş değil.
"NİYE ADAMCAĞIZI CAMDAN ATAYIM?.."
[page_end]
"NİYE ADAMCAĞIZI CAMDAN ATAYIM?.."
ABO: Derya Sazak “Milliyet’te Saraç gibi biri olsaydı camdan atardım” dedi. Sen hiç düşündün mü?
F.A.: Niye adamcağızı camdan atayım?... İlle birimizin camdan atlaması gerekiyorsa ben atlarım. Ben Milliyet’in camından atılan kimseyi de duymadım açıkçası. Hasan Cemal ve Can Dündar atıldılar ama onlar da camdan değil kapıdan. Ayrıca da Derya’nın kitabından da gördük ki, Başbakan’a yakın bir yazar, yazısını gazeteye sokabilmek için “Başbakan’ın hoşuna gidecek” diye teminat veriyor.
Ama şu kadarından kesinlikle eminim. Milliyet’te veya diğer gazetelerde “Alo Fatih” yoksa da mutlaka başka bir “Alo” vardır.
(NOT: Bu röportaj yapıldığı sırada Başbakan Erdoğan ile Milliyet’in patronu Erdoğan Demirören arasındaki konuşmanın kaydı internete düşmemişti henüz).
ABO: Zaman zaman televizyonda söylediğin veya köşende yazdığın sözlerden anlıyorum ki, Habertürk’te olan biten her şeyin sana bağlanmasından rahatsızlık duyuyorsun. Halbuki bu senin gücünü göstermiyor mu? Tüm grubun başında sen varmışsın gibi algılanması niye rahatsızlık veriyor? Tam aksine güç göstergesi değil mi?
F.A.: Olmayan bir gücün varmış gibi gösterilmesi hoşuma gitmez. Böyle bir gücüm olsa gösterilsin. Ama olmayan bir güce sahipmişim gibi gösterecek kadar kompleksli bir yapım yok. Ben burada gazetenin başındayım. Başka hiç bir şeyin de başında değilim. Dediğim gibi Medya Grup Başkanı Kenan Tekdağ çok iyi bir dostum. Bir fikir söylediğim zaman buna kulak tıkamaz elbette ama ben de kimsenin işine karışacak tipte bir adam değilim. Dışardan bakanlar beni çok yüksek egolu zannederler fakat ben aslında sıfır egoluyum. Disiplinli olmak, işine sahip çıkmak ego gibi algılanıyor ne yazık ki! Bu nedenle rahatsızım olmayan bir gücün bana vehmedilmesinden. Başında olmadığım bir işin ne sevabını, ne de günahını yüklenmek isterim. Yiğit Bulut geldikten sonra Habertürk telecizyonu ile tüm ilişkimi kestim. Sadece program yapacağım gün stüdyosuna inerim. Katına bile gitmem. Niye oradaki iyi veya kötü işlerin sorumlusu olayım.
"ÇOK ÜZÜLÜYORUM ONUN İÇİN ÇÜNKÜ"
ABO: Turgay Ciner’le ilişkiniz nasıl. Son olaylar bir gerginlik yarattı mı?
F.A.: Turgay Bey’le benim aramda gerginlik olmaz. Bazıları abuk sabuk şeyler de yazsalar, saçma sapan iddialar da ortaya atsalar, Turgay Ciner gerçekten çok düzgün iş yapan bir adam. Asla bürokratlarla siyasetçilerle içli dışlı olduğunu görmedim. Mizacı da uygun değil zaten. Türkiye’de kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği projeleri yapan bir işadamı. Abidik gubidik işlerden değil uzun vadeli yatırımlardan, icatlardan hoşlanan bir adam. Benim tanıdığım Turgay Ciner böyle biri. Sağda solda haberler çıkarıyorlar. Bilmem kaç sene once yargılandı gözaltına alındı diye. Yargılanmış da ne olmuş? Aklanmış. Asla siyaseten arkasından iten olmamış. Hükümet destekli işadamı olmamış. Kendini kollamış ama o kadar. Kimse al şunu, yap şunu dememiş. Çok üzülüyorum onun için çünkü haketmediği bir pozisyona düşürülmek isteniyor. Bakın bu hükümet döneminde tek bir ihale almamış Turgay Ciner. Kazandığı tüm ihaleler iptal edilmiş. Afşin Elbistan Termik Santralinin özelleştirilmesi ihalesini en iyi teklifi vererek hem de uzak ara en iyi teklifi vererek almış, iptal edilmiş. Nükleer ihalesine girmiş. Rusları ikna edip getirmiş. İhaleyi kazanmış. İhale iptal edilmiş sonra aynı şartlarla Ruslarla anlaşma yapılmış, Turgay Ciner işin dışına atılmış. Son ihalesini 2006’da almış. O da en iyi bildiği iş. Kömür çıkarma işi. Nerdeyse başkalarının verdiği fiyatın yarısını verip almış işi. O da 2002’den once kazandığı ama 2006’da tamamlanabilmiş bir ihale. Tam aksine bu hükümet döneminde Turgay Ciner’in elinden 1,4 milyar dolar değerle halka açmaya hazırlandığı Sabah-ATV alınmış. Yargı kararına rağmen geri verilmemiş. Ayıptır günahtır. Soruya dönersek, benim patronlarla her zaman mesafeli bir ilişkim olmuştur. Turgay Bey’le de abi kardeş gibi olsak da mesafeyi her zaman koruruz. Öyle de olması gerekir.
ABO: Başbakan’ın oğluyla yaptığı iddia edilen bir görüşme internet vasıtasıyla yayıldı. O konuda ne düşünüyorsun Fatih? Bu kaset savaşları, dinleme savaşları nereye kadar?.....
F.A.: Büyük ihtimalle sen ne düşünüyorsan ben de onu düşünüyorumdur. Gülme. Biraz kafası çalışan herkesin ne düşündüğünü tahmin etmek zor değil. Beni üzen şu, bir ülkenin Başbakanı’nın bu duruma düşürülmüş ya da kendini bu duruma düşürmüş olması. Başbakan ve AK Parti yönetimi “Paraleli” suçluyorlar. Bence sorun parallel olmasında değil. Çünkü paralelken sorun yoktu. Gayet güzel parallel parelel gidiyorlardı. Ne zamanki paralellerden biri diğer çizgiye doğru kaymaya, diğer çizgiyle kesişmeye başladı o zaman sorun çıktı. Paralel kalsalardı hükümet memnundu. Hatta AK Parti’nin önünü açıyordu o parallel dedikleri. Biz o zaman şimdi parallel dediklerinin yaptıklarını eleştirince hükümet ve borazanları bizi “Ergenekonculukla” suçluyorlardı. Dinlemelerden hiç bir rahatsızlıkları yoktu. Binali Yıldırım “Dinlesinler benim korkum yok” diyordu. Şimdi ucu kendilerine dokununca bağırıyorlar. O zaman onlar bizi anlamadı ama biz onları anlıyoruz.
Yine de komik. 12 yıl kolkola yol al. “Ne istediniz de vermedik?” de, bakanlarını yolla, olimpiyatlarını aç, okyanus ötesine selamlar yolla. Şimdi ise ananastan bahset. O ananaslar yollandığı dönemde siz de Cemaat le kol kolaydınız diyince kızıyorlar. Gülen’in konuşmalarını eleştiriyorlar şimdi. O konuşmalar kaç yıllık konuşma. O zaman pek bir seviyordunuz Gülen’i. Şimdi Gülen’e gitti diye öfke saçtığınız, tehdit ettiğiniz patronlar o zaman Gülen’e gidiyordu çünkü AK Partililer Gülen’in lafından çıkmıyordu o günlerde. Devletin bir bölümü Gülencilere emanetti. Ben mi etmiştim. Kendileri etmişti. Ne istedilerse veriyorduk diyen rahmetli babam değil Başbakan.
ABO: İşsiz kalma korkun var mı?
F.A.: Kendi adıma yok. Benim sermayem omuzlarımın üzerinde. Hiç bir şey bulamazsam alırım bir kova kireç duvarlara yazarım. Ama biz gazetecilerin çok insana ulaşma gibi bir derdimiz vardır. Bunu ancak gazeteci olan anlar.
ABO: Ha; unutmadan… Bir de şu Ferrari meselesi var. Geçenlerde biri senin için “Ferrari’si olan tek gazeteci” demiş. Seni de aramış ama yanıt vermemişsin. Otomobil merakını biliyoruz. Var mı Ferrarin; ki varsa da ve vergisi ödenmiş alınmışsa, kaçak kuçak bir şey değilse helal olsun ama merak işte; var mı Ferrarin?..
F.A.: Beni aradığı yalan. Kimi aramış? Nereyi aramış? Cep telefonumda bir arama yok. Sekreterim de aranmamış. Ben o yazıyı okumamıştım. Ertesi gün bir arkadaşım haber verdi. Açıkçası yazı beni çok rencide etmedi. Yazdıkları makul eleştirilerdir. Bir gözlem yapmış. Sadece gerçekten arasaydı şunu söylerdim kendisine. “Bir Ferrarim yok” Gerçekten yok. Otomobillere meraklıyım. Saklamadım. Yıllardır bilinir. Gazeteciliğe başladığım zaman, stajyer bir muhabirken de iyi otomobillerim vardı. Hala da bu merakım sürüyor. Ama Ferrarim yok. Türkiye’deki imajı bozuk olduğu için almıyorum. Ferrari’den çok daha önemli otomobilim de var. 30 senedir bende. Dün almadım. Dün de alabilirim ayıca. Ve dediğin gibi; çalmış mıyım, çırpmış mıyım? Yooo... Siyasetçilerle düşüp kalkıp, arazi spekülasyonu yapıp haksız kazanç mı sağlamışım?... Yoooo... Kazandığım parayla almışım. Kimi ev alır, arsa alır, borsaya girer, ben harcarım. Hesap mı vereceğim?... Benim bir inancım var. Zengin ölmek ayıptır. Para harcanmak içindir. Fakir fukaraya yardım edeceksin, ihtiyacı olanların ihtiyacına ilaç olacaksın, okutabildiğin kadar gariban çocuğu okutacaksın. Kalanı da yiyeceksin. Bak Sakıp Sabancı paranın hiç bir önemi olmadığını ölüm döşeğinde gördü ve dağıtmaya başladı. Fazla para yüktür. Fazla güç gibi fazla para da insanı bozar. Ama Ferrarim yok. Avrupa’da yaşasaydım alırdım. Dünya’da Ferrari kullanıcılarının ortalama yaşı 53. Türkiye’de ise bunun yarısı.
Sonuç olarak benimle konuşmadan yapılan uydurma bir mevzu.
ABO: Gelecek planın var mı? Yakın veya uzak kendini nerede görüyorsun. Türkiye’de neler görüyorsun?.
F.A.: Türkiye’yle ilgili bir gelecek öngörüm olsa, kendimle de ilgili olabilirdi ama ikisi ile de ilgili bir gelecek tahmini yapamıyorum. Kimse yapamıyor aslında. İşin aslı benim Türkiye’nin geleceği ile ilgili bazı öngörülerim var ama söylemeye çekiniyorum, korkuyorum, gerçekleşecek diye ödüm patlıyor ama görüyorum ve susuyorum. Ama böyle giderse yakında yurt dışında bir “Türk diasporası” oluşacağını tahmin etmek güç değil.
Kendimle ilgili ise ne planım var ne de hayalim. Artık hayal bile kuramıyorum. Herhalde kimse de kuramıyordur. Hayallerimizi bile öldüren bir baskı altında hissediyoruz kendimizi.
Hadi biz bu yaştan sonra hayal kurmasak da olur ama ya çocuklarımız?
Onlar ne hayal edecekler, hayallerini nasıl gerçekleştirecekler.
Geçen gün yazı işlerinde çok güldük. Ben bir hesap yapıyordum. Birisi sordu “Ne hesaplıyorsun” diye.
“Koyun çiftliği kursam nasıl olur onun fizibiletisini yapıyorum” dedim.
Çok güldük.
Kadir Kaymakçı “Abi New York Times’ın yazı işlerinde acaba koyun çiftliği hesabı yapıyorlar mıdır” dedi.
Ne yapayım, şarap bağı hesabı mı yapayım?..
İşin aslı kendi geleceğinden çok Türkiye’nin geleceği ile ilgili kaygılıyım ve oraya daha çok konsantreyim. Gelmişim 50’li yaşlara. Geleceğimden çok da önemli değil ama çocuklarımızın geleceği önemli.
Bak Adnan Abi şunu da söylemeden bitirmeyeyim.
Türkiye’de herkes türk basınından “İngiliz basını” gibi olmasını bekliyor. Peki Türk halkı İngiliz halkı gibi olabiliyor da, bir tek basını mı olamıyor?.. Türk siyasetçisi İngiliz siyasetçisi gibi de basını mı değil?.
Bunu herkes kafasının bir kenarına yazsın.
ABO: Teşekkürler Fatih…
F.A.: Benden de teşekkürler…