Ve tam da zamanıydı bence...
Bu kıssayı çaydanlığın, demliğin, bardağın, tabağın, kaşığın, şekerin, ateşin yerine; siyaseti, medyayı, seçmeni, yargıyı, TSK’yı ve elbette demokrasiyi, hukuku, özgürlükleri koyarak da anlatabiliriz, anlatabilirdim…
Yıl 1976; aylardan Temmuz…
Son haftası olmalı zira ikinci haftanın son günü (9 Temmuz) Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde kıyılan nikâhımızdan sonra kıyafetlerimizi üzerimizden çıkarmadan (İncilay gelinlik, ben smokin) Atatürk (Yeşilköy) Havaalanı’na gidip uçağa binmiş İzmir’e gitmiştik…
İzmir Efes Otel’de başlayan balayımız Antalya Talya Otel’de bitmiş yine uçakla (Tabii ki spor kıyafetlerimizle!!!) İstanbul’a dönmüştük…
*
Moda’daki küçük ama çok şirin (İlk mukim ikimiz idik) evimizde sadece iki gece kaldıktan sonra baba ocağına gittik.
*
Karımın ailemle yiyeceği ilk akşam yemeği ve sabah kahvaltısı olacaktı.
Daha önce altı yılı arkadaşlık, bir yılı sözlülük, bir yılı da nişanlılık olmak üzere sekiz yılımız birlikte geçmişti.
O sürecin son iki yılında ailelerimiz birbirlerine karşılıklı olarak birer defa geliş gidiş yapmış olsalar da yemek veya kahvaltı faslı olmamıştı.
*
Karım çok heyecanlanıyordu...
Neden mi?..
Ona göre çok farklı bir kültürdük biz…
*
Akşam yemeği bahçede devasa dut ağacının altına kurulmuş masada yendi.
Babacığım, kız kardeşimin kocası ve ben bir yetmişlik rakıyı devirdik.
Yemek sonrası az sohbet edildi…
Çokça şarkılar söylendi.
*
Hâsılı Karımın hiç alışık olmadığı bir ortamdı.
Kayınpederim emekli kurmay albaydı ve evlerine her gittiğimde mutlak disiplin ve ciddiyet hâkimdi.
TRT televizyonu saat 19.00’da İstiklal Marşı ile açıldığında ev halkı ayağa kalkar, marş bitinceye kadar “Hazır ol” vaziyette dururdu…
Saat 23.00 gibi kapanışta da keza aynı ayin uygulanırdı.
*
Bizim ev ise “Roman Evi” gibi cıvıl cıvıl neşe içindeydi.
TV Ana Haber Bülteni babaanneciğim rahmetli dışında kimsenin ilgisini çekmezdi…
Ailece yaşanılan tek keyif Amerikan dizileriydi.
*
Neyse…
Rakılar içildikten sonra sadece şarkı söylemekle kalmadık, daha sonraki yıllarda ortalığı kasıp kavuracak 9/8 ritmindeki şarkılar eşliğinde (Davul ağırlıklı) “göbecikler” attık…
*
Ve ertesi sabah…
Yine dut ağacının altındaki masanın etrafına dizildik.
Karımın hiç bilmediği benim ise iki kız kardeşimle birlikte doyamadığımız kısacık bir “Anne sohbeti” ile başlayacaktı misafirli kahvaltı.
“Sohbet” dediysem günün mana ve ehemmiyetine binaen anlatılacak bir küçük kıssa…
*
Anneciğim herkesin oturduğunu gözleriyle onayladıktan sonra Karıma döndü…
Gözlerinin içine dikti bakışlarını…
Yumuşacık bir ses tonuyla: “Bak kızım” dedi…
Karım gülümsedi: “Buyurun efendim”…
“Ben senin efendin değil annenim” diye sevecen bir sesle uyardı Annem.
Karım mahcup oldu:
“Buyurun anneciğim…”
İspirto ocağında kaynayan çaydanlığı gösterdi annem işaret parmağıyla.
“Şu gördüğün, altı is kaplamış çaydanlık kaynanadır, yani ben…”
Karım utangaç bir ses tonuyla araya girdi:
“Estağfurullah efendim”…
“Anneciğim” diye düzeltti annem…
Karım da anneciğimi taklit etti.
Devam etti anneciğim…
“O çaydanlığı gözden kaçırmaya, fazla kaynatmaya gelmez zira fazla kaynarsa taşabilir… Demlik gelindir. Yani sen…”
İncilay neredeyse masanın altına girecekti utancından…
Ben anneciğimi çok iyi tanıdığım için hiç karışmadan ama gülümseyerek dinliyordum…
Anneciğim konuşmasını sürdürdü:
“Çaydanlık kaynadıkça demliğin de harareti artar ama zamanla olgunlaşır, yani demlenir... Bardak ise Kocan”…
Adımı söylerken bakışlarını bana çevirdi. Karım da bana bakınca göz göze gelip gülüştük…
“Biraz çaydanlık yani ben dolduracağım onu; biraz da demlik; yani sen dolduracaksın… Yani kocan denge unsuru olacak… Çok açık ya da fazla demli çay nasıl hoşa gitmezse dengesiz evlat ya da koca da aynen öyledir…”
Karım masanın üzerindeki elini, benim elimin üzerine koydu.
Sonra hata yapmış gibi çekmek istedi.
Bu defa ben tuttum elini…
Onun eli benim elimin içinde ve masanın üzerinde öylece dinleme pozisyonu aldık.
Anneciğim bu defa masanın üzerindeki kesme şeker kâsesini işaret etti.
“Çocuklar şekerdir. Çaya tat verir ama çok şekerli çayın da tadı olmaz… Şekersiz çay da pek keyif vermez… Yani bir, bilemedin en çok iki şeker normal olanıdır”…
Karım bir kez daha baktı gözlerime.
Avucumun içindeki elini hafifçe sıktım, yanağından usulca öptüm.
Annem bu defa da kız kardeşimi işaret etti elindeki çay kaşığını sallayarak:
“Görümce çay kaşığıdır. Arada bir gelir; karıştırıp gider”…
Kız kardeşim alışıldık kahkahalarından birini attı…
“Hem karıştırırım ama hem de çekip gitmem haaa...”
En küçüğümüz sandalyesinden kalktı geldi, yengesinin boynuna sarıldı:
“Ben gelir karıştırırım ama en çok bir gece kalırım yengeciğim”…
Bu defa herkes kahkaha attı Karım hariç…
"Babamıza gelinceeee" deyip babacığıma baktı anneciğim. “O da çay tabağı. Çayın ne suyuna karışır, ne demine… O sadece dökülenleri toplar ve çayın örtüde leke yapmasını önler. Ama ara sıra boşaltılması gerekir, yoksa taşar masa örtüsü rezil olur.”
Uzandı ve süzgeci aldı bu defa eline…
“Bak işte bu süzgeç de ailenin sahip olduğu değerlerdir. Delikleri büyük olursa çayın tadını kaçırır”.
Ve döndü ispirto ocağına…
Hafif de olsa halen yanan ocağı gösterdi.
“Bu gördüğün ateş var ya… İşte o ateş yaksa da hoşgörüdür... Çünkü ateş olmadan çay da olmaz…”
*
Karım daha sonra annemin anlattığı kıssadan çıkardığı hisseyi anlatacağını zannetmiş ama hisse gelmeyince merak etmiş…
“Yoksa ben mi söyleyecektim hisseyi” diye bana sordu…
“Yooo” dedim… “Senin de en az masadaki herkes kadar zeki olduğunu bildiği için hisseyi anlatmadı.”
“Evet, anladım” dedi Karım... “Hem de çok iyi anladım”…
*
Bu kıssayı çaydanlığın, demliğin, bardağın, tabağın, kaşığın, şekerin, ateşin yerine; siyaseti, medyayı, seçmeni, yargıyı, TSK’yı ve elbette demokrasiyi, hukuku, özgürlükleri koyarak da anlatabiliriz, anlatabilirdim…
Ve tam da zamanıydı bence…
Ama…
Ama…
Ama…
*
Bayramınız kutlu olsun…