Teşekkürler Hilmi Hacaloğlu…
Samimi, dersine iyi çalışan, mümkün olabildiğince tarafsız, kopma noktasına gelmeden müdahale etmeyen....
ADNAN BERK OKAN
Dün gece SkyTürk360’ta Hilmi Hacaloğlu ve dört konuğunu izledim (dinledim)…
Öncelikle Hacaloğlu’nu hemen tebrik edeyim…
Samimi, dersine iyi çalışan, mümkün olabildiğince tarafsız, kopma noktasına gelmeden müdahale etmeyen, ekranların en başarılı moderatörlerinden biri…
Konukları da (Hikmet Genç hariç) konularına hâkim…
Dilipak her zaman olduğu gibi demagoji yaparken bile mukni…
Şefik Çirkin bölgeyi iyi bilmekten kaynaklanan avantajını zaman zaman siyasi taraflılığıyla zayıflatsa da iyi niyetli…
Hayko Bağdat; adalet duygusunun yüceliğiyle imrendirici…
Hikmet Genç?..
Sanki bütün bilgisi başka bilgilerden derlenmiş, “ben hükümetime lâf söyletmem aabi” ile sosuyla tatlandırılmış gibi...
Bu girişi yaptıktan sonra yazının başında Hacaloğlu’na ettiğim teşekküre geleyim…
Bendeniz; Müslüman’ın Müslüman’ı öldürmesine üretilen hiçbir bahaneyi kabul etmeyenlerdenim…
Hayko'nun Suriye'de Amerika’dan medet umulduğu tespitine itiraz eden Dilipak’ın “Müslüman sadece Allah’tan medet umar” deyişi ise az önce de belirttiğim gibi sıradan ama meraklıları için ikna edici bir demagoji yöntemi…
Hayko, “medet” yerine “yardım” deseydi, Dilipak o demagojiyi yapamayacaktı meselâ…
Neyse…
Bendeniz bugün, Hacaloğlu’nun boşa giden sorusuna yaklaşık altı ay önce “cevap” olabilecek nitelikteki makalelerimden birini yayımlayacağım…
“Boşa giden” diyorum çünkü Hilmi; “ABD, Suriye’ye bugüne kadar Esad’ın yerine koyabileceği bir yönetimi bulamadığı için müdahale etmemiş olabilir mi?” mealinde bir soru yöneltti…
İlk muhatabı Dilipak’tı…
Abdurrahman Hoca, soruyu duymazdan gelmiş gibi hiç ilgisi olmayan bir cevap verdi…
Diğerleri de zaman tükendiği için midir nedir Hilmi’in sorusunu havada bıraktılar…
O halde 27 Şubat 2013 tarihinde “Davutoğlu talebem olsaydı!..” başlığı altında yayımlanan makalemi lütfen okur musunuz?..
“Davutoğlu talebem olsaydı!..”
Osmanlı döneminde fethedilecek ülke için bir sabah kalkıp da “Tiz yürüye küffar üzre!” denilmezdi…
Önceden, fetih olunacak ülke tespit edilir, hakkında en geniş bilgiler toplanıp sentez yapılır, fetihten sonra kimin yönetimine verileceği kararlaştırılırdı.
Yani; “harbi kazandık Ahmet Paşa!.. Geçesün şu kâfirlerin başına da burayı sen idare edesün” denmezdi...
Osmanlı, ya çok inandığı güvendiği birinin önderliğinde bir gurup bırakırdı ki önceden her türlü vasfı ve sadakati tespit edilmiş bir kişi olurdu mutlaka…
Ya da fetih ettiği ülkenin kralına (onun da çok önceden her huyu, suyu, zaafları bilinirdi) verirdi yönetimi...
O zaman da şu şartları ileri sürerdi:
“Kendi dininde kalabilirsin ama Osmanlı Hazinesine her yıl belirlenen vergiyi ödersin”.
Ya da;
“İslâmiyet’i kabul edersen vergiden muaf olursun”.
Eğer, belirli bir ekibin kontrolü altında devrik krala bırakılacaksa yeni fetih edilen ülkenin yönetimi; dönüşte mutlaka kralın en küçük oğlu da alınır İstanbul’a getirilir, Türkçe dâhil (kendi ana dilinden başka) en az beş dil daha öğretilirdi…
Ve elbette tam bir Osmanlı Müslüman’ı ve entelektüeli olarak eğitilirdi…
Fetih edildiği halde yönetimi kendisine teslim edilen krala da “uslu” durması, aksi halde oğlunun cesediyle birlikte geri dönüleceği bildirilirdi…
Daha sonraki yıllarda da, eğitilmiş o çocuk genç bir prens ve çok iyi yetişmiş bir Osmanlı Müslüman’ı olarak ülkenin başına geçirilirdi…
Osmanlı işte böyle kaldı ayakta. İşte böyle kurdu o cihan imparatorluğunu…
Hâsılı; öyle ya da böyle bütün bunlar fetihten çok önce tespit edilirdi.
Şimdi; olacak şey değil tabii ki ama…
Eğer sevgili ve sevimli Dışişleri Bakanımız öğrenci, ben de hocası olsaydım üniversitede…
“Bir ülkede yönetimi değiştirmek üzerine strateji tayini” sınavında Davutoğlu Suriye politikalarını anlatsaydı sınav kâğıdında, “sıfır” verirdim…
Gerçi sevgili Davutoğlu halen “doğru yaptık” diyor ama hayır, yanlış yapıldı…
Ben Erdoğan adına üzülüyorum.
Zira…
Erdoğan “gelmiş geçmiş en başarılı başbakan” unvanını hak edecek kadar güzel işler yaptı; Suriye hariç…
Çünkü…
Suriye’de asıl hedefin Esad’ın gitmesi değil, Esad’ın yerine kimin gelmesi gerektiği olduğunu göremedi…
Ya da şöyle söyleyeyim…
Kendi tercihi olan Suriye İhvanının, başta ABD olmak üzere AB, Rusya ve Çin tarafından kabul edilemez olduğuna inanmak istemedi…
Hani Suriye’yi biz fetih edecek olsaydık belki de hazırlıksız olmamızın pek önemi olmayabilir, göçü yolda düzeltebilirdik…
Ama yalnız değiliz...
Koca bir dünya var yanımızda, sağımızda, solumuzda, önümüzde, arkamızda…
Yani; Esad yarın gitse onlara rağmen Suriye’yi yönetecek kadroları seçecek gücümüz yok…
Buna bir de Suriyeli Esad karşıtlarının ya da muhaliflerinin hatalarını ekleyiniz; göreceksiniz ki Esad ne kadar geç giderse bizim için de o kadar iyi…
Neden mi?..
Esad’ın yerine gelmesi gereken kadroların seçiminde ABD – Rusya –Çin ve AB ile aynı masaya oturma imkânı bulabiliriz de ondan…
Ama oyun kurucuların da ellerinde olmayan gelişmeler yaşanıyor Suriye’de...
Bizde terörü kalıcı bitirme görüşmelerinin önüne takoz koyanlar Suriye’de de; “şiddete karşı barışçıl çabalar ne zaman ciddi bir mesafe almaya başlasa, mutlaka katliamla sonuçlanan terörist bir saldırı gerçekleş/tir/iyor.”
Ahhh sevgili Davutoğlu ah…
Hâlbuki o kadar iyi başlamıştınız ki dışişleri bakanlığına…
Umudumuzdunuz, kederimiz oldunuz…
Ey güzel insanlar!..
Az önce okuduğunuz makalemin yayımlandığı günden bu yana 6 ay geçti…
Hatta biraz daha fazla…
Peki değişen bir şey var mı?..
Yok…
Türkiye halen Esad giderse Suriye’ye “barış” ve “huzur” geleceğine inanıyor…
Halen işte o amaçla bütün özgür ve demokrat, hukukun üstünlüğü ilkesine iman etmiş ülkelerinin kuşku ile baktıkları, yöntemlerini ve zihniyetlerini asla kabul edemeyecekleri rejim muhalifi El Kaideci yasadışı silahlı güçlere destek veriyor…
ABD ise her şeye rağmen halen Esad’ı devirmek istemiyor…
Belki cezalandırmayı düşünüyor…
Neden?..
Çünkü ABD ve müttefikleri (Türkiye’yi artık “Müttefik” olarak kabul etmiyorlar) Suriye’de Esad’ın yerine koyacağı kişi ve ekibini bulmuş değiller…
Bulmak da yetmiyor…
O kişi ve ekibin Rusya ve Çin tarafından da “kabul edilebilir” olması şart…
Oysa daha en başında “Biz çok büyük devletiz kardeşşş!” moduna girmeyip de müttefiklerimizle (o dönemde öyleydi) birlikte hareket etseydik; son altı ayda ölen en az 60 bin Suriyeli (en son kimyasalla öldürülen 1430 kişi dâhil) ile Reyhanlı katliamında ölen 53, Suriye sınırındaki Akçakale’de 8 Türk vatandaşı bugün yaşıyor olacaklardı…
Evet, çok geç kaldık ama yine de her geçen günün daha büyük belâlara ve ölümlere sebep olduğunu görmeliyiz…
Geçenlerde de yazdığım gibi…
Başbakan Erdoğan Davutoğlu’nu incitmeden teşekkür edip uğurlamalı yerine Ekmeleddin İhsanoğlu’nu atamalı dışişleri bakanlığına…
Ya da Prof. Nevzat Yalçıntaş’ı…
Eğer…
Esad’dan sonra Suriye yönetiminin kökten dinci guruplara değil de hem Batı’ya yakın ama hem de Rusya – Çin ikilisiyle sorunu olmayan, zengin hanedanlıkların da “hayır” diyemeyecekleri kadrolara bırakılabileceğine “yardımcı” olacağımızın sözünü verir ve ikna etmede başarılı olursak Suriye’de akan kan duracaktır…
Ama (nedense) yapmıyoruz…
Sanki…
İçerden dışarıdan birileri Suriye’deki iç savaş sürecinde çok büyük paralar kazandılar…
O kadar tatlı geldi ki o milyarlar…
“Ölen ölsün bize ne?” gaddarlığında kazanmayı sürdürmek istiyorlar…
Başka?..
Vallahi başka bir ihtimal düşünemiyorum…
Suriye’deki iç savaşı durdurabilecek çözüm belliyken birilerinin halen “daha çok savaş!” çığlıkları atmalarını başka türlü izah edemiyorum…
Kazanamayacakları ve hatta kazansalar bile Suriye yönetiminin kendilerine bırakılmayacağı ayan beyan ortada olan radikal İslâmcı muhaliflere her türlü lojistik desteği vermemizin başka ve somut bir sebebi varsa birileri çıkıp açıklasa da ben de ona göre yaptığım analizlerden özür dileyip;
“Haaaaa… Yahu nasıl da görememişim?” desem…