Teşebbüs mü cezalandırılıyor?.. Yoksa niyet mi?..
Ortada bir “darbe suçu” olması için önce “nakıs-eksik” ya da “tam teşebbüs” şeklinde bir “eylem” olma şartı vardır…
ADNAN BERK OKAN
Halk çaydanlıktır, politikacılar demlik; medya kaşık, Ordu da çay bardağı…
Bir taraftan çaydanlıktan (halk) dökülür sular çay bardağına (Ordu), bir yandan da demlikten (Politikacılar)…
Bardak dolduktan sonra bu defa da kaşık (medya) başlar bardağı karıştırmaya…
Yıllarca çaydanlık, demlik ve kaşık bir olmuşlar; bardağı bir yandan taşırıp, diğer yandan ha bire karıştırıp durdular…
Hatta o kadar ki;
Veyis Ateş ve diğerleri TV programlarında konuklarına sorular yönelten moderatörlerin işi onlarla polemiğe girmek değildir. Moderatör, konuğunun kamuoyu tarafından bilinmeyen, merak edilen ya da bilinen ama detayları hakkında bilgi sahibi olmak istediği soruları sorar… Aldığı cevaplara itiraz etmek, konuğun siyasi fikir ve düşüncelerini yanlışlamak moderatörün görevi olmadığı gibi “haddi” de değildir… Her ikisinin de gazeteciliklerine ve kişiliklerine saygı duyduğum Fatih Altaylı veEnver Aysever’in iyi moderatör olmadıklarını çok defa işte bu gerekçelerle belirttim. İkisi de konuklarını kendi istedikleri cevabı vermesi için zorluyorlar, alamayacaklarını anlayınca da adeta “hakaret” ediyorlar… Oysa moderatörün görevi konuğunun siyasi fikirlerinin doğru mu yanlış mı olduğu konusunda hüküm vermek değil aksine kararı izleyiciye bırakmaktır… Benim içim televizyon ekranlarının “en doğru” modertatörlerinden biri belki de birincisi Veyis Ateş’tir… Veyis Ateş sorusunu soruyor, aldığı cevabın yorumuna girmiyor... Haaaa… Aldığı cevap tatmin edici değilse biraz daha deşmeye, daha açıklayıcı bir cevap almaya çalışıyor tabii ama o kadar… Konuğunun görüşleriyle alay etmiyor, “yanlış” ya da “doğru” olduğu konusunda karar vermeleri için izleyicileri yönlendirmiyor, baskı altına almıyor… Bir de Fatih Altaylı ve Enver Aysever’i getirin gözlerinizin önüne… Konuklarına bir, “sen de hiçbir şey bilmiyorsun ama” demedikleri kalıyor… Bu konuyu yazdım çünkü geçtiğimiz akşamüzeri, Yıldıray Oğur’u TVNet’te konuk eden Veyis Ateş bu konuda yine çok güzel ve doğru bir örnek verdi… Yıldıray Oğur’a sorduğu soruya aldığı “terbiye dışı cevap” üzerine polemik açabilirdi ama yapmadı… Buradan sevgili Fatih ve Enver olmak üzere bütün moderatör kardeşlerime sesleniyorum: Lütfen konuklarınızla kavga etmeyin… Onların sahip oldukları bilgileri rahatça savunmalarına imkân verin… Her söylediklerine “Ahfeş’in Keçisi gibi kafa sallayın” dediğim yok ama itirazınız konuğunuzun söylediklerini daha da açması için olsun; hakaret etme amacı taşımasın… Ve bırakın lütfen; konuklarınızın anlattıklarına inanıp inanmayacaklarına izleyicileriniz karar versin… |
Anayasaya, çay bardağının taşması halinde ne yapması gerektiğine dair bir de “madde” koydular:
TSK İç Hizmetler Kanunu 35. Madde…
Bardak, işte o maddeden aldığı güçle her taşışında kendi kendini kırıp dökerek halkın, politikacıların ve medyanın öteberisini kesti…
Buna rağmen hiçbir siyasal iktidar tekrar demlik olduğunda o menfur maddeyi kaldırmayı akıl etmedi…
Aksine bardağı taşırmak için elinden gelen gelmeyen her şeyi yaptı…
Son on yılda ise eskilerden farklı olarak hem o menfur madde kaldırılmadı kanunlarımızdan, hem de taşmayan ama taşmaya niyetlenen çay bardağı politik yargı tarafından “kırıldı”…
Ne kırılması…
Tuz buz edildi…
Efendiler!..
Bundan önceki bütün askeri darbeler hukuka aykırı, demokrasiyi ve hukukun üstünlüğü ilkesini ayaklar altına alan barbar, vahşi, insanlık dışı teşebbüslerdi…
Hatta 28 Şubat Süreci’nde yürütülen tanklar, verilen brifingler, medya ile ortaklaşa düzenlenen toplumsal kışkırtmalar (Aczimendiler, TV programlarında gösterilen laik sistemi reddeden görüntüler falan) ile 27 Nisan Muhtırası bile bir tür “Darbe Teşebbüsü” idi..
Ama…
Bazısı Balyoz Davası’nda, kimileri ise Ergenekon Davası içine yerleştirilen (ki Ergenekon davası içinde mutlak suçlu olanların olduğu konusunda ben de yargı ile hemfikirim) Sarıkız, Ay Işığı gibi davalarda yargılanan emekli ya da muvazzaf subayların hiçbiri “darbe suçlusu” olamaz…
Çünkü…
Ortada bir “darbe suçu” olması için önce “nakıs-eksik” ya da “tam teşebbüs” şeklinde bir “eylem” olma şartı vardır…
Örneklersem;
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 “Tam teşebbüs” suçlarıdır…
Normalleştikten sonra suçluları mutlaka yargılanmalıydı ama politikacılar da halk da bunu yapmaya cesaret edemediler…
22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963, 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 darbeleri ise “Eksik Teşebbüs”tür…
22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 eksik teşebbüslerinin faillerinden ikisi (Talat Aydemir ve Fethi Gürcan) idam edildiler; binlerce eylemci teğmen adayı da ordudan atıldılar…
28 Şubat eylemcileri tutuklu yargılanıyor;
28 Nisan eylemcisi Hükümetin baş tacı…
Peki;
Balyoz, Ay Işığı veya Sarıkız dosyalarında “şüpheli” olarak yer alan ve yıllardır tutuklu yargılanan hangi subayın eksik ya da tam darbe girişimi kanıtlanmış?..
Ben söyleyeyim:
Hiçbirinin…
Ama…
Hiç kimse de darbe yapmaya niyetlenmediklerini iddia etmesin lütfen…
Dava dosyalarını çok dikkatli okudum…
Kimi şüpheliler bile “niyetlendik” diye itiraf ediyorlar…
Ama sadece “Niyet”…
Hukukun Üstünlüğü ilkesini benimsemiş ülkelerin kanunlarında “Niyet”; “Suç” olarak tanımlanmaz…
Bir diğer yazımda da dikkat çektiğim gibi…
Türkiye kurulduğu günden bugüne “Hukuk Adamı” yerine “Kanun Adamı” yetiştirdiği ve yargılamalar da hukuk adamları yerine kanun adamları tarafından yapıldığı için “Adalet Dağıtımı” sıralamasında “despot” ülkelerle aynı kulvarlarda yarışıyoruz…
Türkiye’de son beş yıldır yaşananlar; yani eylem yerine niyetin yargılanarak “mahkûm” edilmesi yargımızın utanç verici bir tablosudur…
Gelecek kuşaklar en az “Ermeni Tehciri” sırasında meydana gelen vahim olaylar kadar, belki onlardan da daha çok şu son beş yılın yargı ayıbından utanacaklardır…
Tanık: Şemdin Sakık olunca... Ziya Paşa'nın o ünlü beytini bir kere daha hatırlayalım mı?.. Bakın ne diyordu Ziya Paşa: "Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit; ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?” Günümüz Türkçesiyle söylersek şöyle: Paşaların mahkûm olmaları için ifadesine başvurulan şahitlerden biri PKK'nın kurucularından Şemdin Sakık'tı da ondan..."Mahkemenin kadısı davacı, mübaşiri de onun şahidi olursa, o mahkemenin vereceği karara adalet denir mi?” Nereden mi çıktı?.. |
Tam da şeye göre kanun adamları!..
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “Kanun Adamı” yetiştirmeyi “Hukuk Adamı” yetiştirmeye tercih ettik. Çünkü “Hukuk Adamları”, siyasal iktidarların taleplerine boyun eğmez, hukukun temel ilkelerine iman ederler…
|
“Kanun Adamları” ise siyasal iktidarların ya da iktidar gücü elinde olanların her isteklerini yerine getirirler…
Çok amiyane kaçacak ama bu konuda en güzel fıkralardan biri bel altıdır ne yazık ki…
Ama yine de anlatayım:
Henüz 12 yaşını bulmamış bir küçük kızı haremine alan Padişah; bir an önce halvet-i faside etmek için yanıp tutuşur...
Ne var ki bu konuda icazet istediği hiçbir saray imamı kendisine o konuda ruhsat vermez…
O da yasakçı(!) imamların kellelerini uçurtur…
Son olarak genç bir saray imamı bu durumu öğrenmiş olarak huzura kabul edilir…
Padişah, daha öncekilere sorduğu suali genç imama da tevcih eder:
“Söyle bakalım imam efendi; şu sabi sübyanla halvet-i faside etsek caiz midir?”
İmam önce yutkunup içinden tövbe duasını da okuduktan sonra; “tam sizin ağzınıza lâyık hünkârım, dinen de caizdir” deyince Padişah bir kese altını İmam’a doğru fırlatırken bir de kahkaha atar:
“Sen de tam benim şeyime göre bir imamsın”…
Efendiler!..
Hitler başta olmak üzere bütün Faşist diktatörler her zaman kafalarına göre kanun adamlarını; hukukun üstünlüğü ilkesine iman etmiş hukukçulara tercih ettiler…
Ne yazık ki dünyada sadece belirli dönemlerde Faşist despotların tercih ettikleri kanun adamları bizde her zaman yönetenlerin gözdesi olmuşlardır…
Türkiye’de gerçekten hukukun üstünlüğü ilkesinin yerleşmesi için öncelikle kanun adamı yerine hukuk adamlarının yetişmesi şarttır…
Yetişmezse ne mi olur?..
Yargı;
siyasal iktidarların dilediklerini berbat, dilediklerini abad (Deniz Feneri) eden bir kurum olmaktan başka hiçbir iş yapmaz...
Özür bekliyorum... Bazı (çok af edersiniz ama hak ediyorlar) “aşağılık” gazeteci/yazarlar, merhum Rauf Denktaş’ın cumhurbaşkanlığı sürecinde KKTC’ni ve (haliyle) Türkiye Cumhuriyeti’ni “soyup soğana çevirdiğini” ve “Karun” kadar zengin olduğunu yazıyor, söylüyorlardı… Şimdi görüyoruz ki küçük oğlu Raif Denktaş, iki yıldır kredi kartı borçlarını ödeyemediği için intihar etti… Ben şimdi o aşağılıklara soruyorum: Raif Denktaş’ın yokluk içinde ölüşünden sonra; daha önceden yaptığınız yalan haberler, yazdığınız yalan yorumlar için Denktaş ailesinden özür dileyecek misiniz?.. |