Tarihsel Kurgu, Gerçekle Harmanlanınca… Nina
Sayım Çınar yazarla yeni romanını, tarihsel kurgu fikrini, gelecek günleri konuştu.
GAZETECİLER.COM - ÖZEL İÇERİK
SAYIM ÇINAR [email protected]
Güner Arslan’ın yeni romanı Nina, yazarın babası Zekai Arslan’ın yaşadığı ve duyduğu olaylardan ilhamla kaleme alınmış bir roman. Sayım Çınar yazarla yeni romanını, tarihsel kurgu fikrini, gelecek günleri konuştu.
- Nina’yı babanızın esin kaynağınız olduğunu belirterek kendisine ithaf ediyorsunuz? Hikayedeki yaşanmış olaylar ve durumlar kendisinin mi başından geçmiş?
Babam, Tito döneminin ilk Türk Lisesi kurucusuydu. Tarihi bilgisi ve hafızası bir arşiv kadar zengindi. Dolayısıyla incelediği, duyduğu, tanık olduğu, yaşadığı olayları, Balkanların sosyolojik ve siyasi yapısını firesiz ve katıksız aktarabilecek bir tarih hazinesiydi benim için. Baba oğul arkadaş gibiydik. Durum böyle olunca yazma tutkum beni, aktarılan tarih hazinesini kendi kurgusal yaratma çabamla harmanlama yoluna sürükledi. Dolayısıyla hayal gücüm babamın sunduğu tarihsel, sosyolojik ve kültürel birikimini kullanarak Nina’yı ortaya çıkardı diyebiliriz. Nina ve diğer karakterlerin çoğu aslında benim hayalimin ürünü; ancak o dönemde yaşanan siyasi olayların, yerlerin, insanların ve kültürel birikimin yarattığı atmosfer hakkında babamın anlattıkları olmasa Nina’yı şimdiki kıvamında yazabilmem olası değildi. Kıvamdan kastım, sadece o dönemi daha gerçeğe sadık yansıtabilmekten ibarettir. Bu nedenledir ki o gerçekten esin kaynağım oldu. Bu arada babamın zaman zaman Vladika Nestoriyadis, Şeyh Zekeriya Efendi veya Niko Nestor gibi bazı yöresel ünlülerin isim ve olaylarını aktardığı da bir gerçek. Bu tür bölgesel ünlülerin dışındaki karakterler tamamen benim hayal ürünümdür.
- Öykü kitaplarınızla tanındınız bugüne dek. Neden önce öykü, sonra roman? Bilinçli bir sıralama mı?
Aslında bilinçli bir sıralama değil. Benim asıl derdim hep roman yazmak olmuştu. Ancak yıllarca çalıştığım finansal sektörün acımasız temposu nedeniyle fırsat bulamamıştım. Bulabildiğim zaman dilimleri kısaydı. Bu kısıt beni öykü yazmaya yöneltmişti. Biriken öykülerle aranızda duygusal bir bağ oluşunca kıyamayıp kitaplaştırmaktan kaçamıyorsunuz. Neden roman derseniz, öyküye göre daha bir sınırsız, daha bir kapsamlı yazma olanağı bulabiliyor insan diye düşünüyorum. Öyküde kurguyu genelde çok kısa bir zaman dilimine sıkıştırmak gerekiyor, bu da beni roman yazmaya sevk ediyor. Bu fark gerçekte öykü yazmanın ne kadar zor olduğunu da gösteriyor. Romanda ise dağılıp kurgu disiplinini kaybetme riski taşıyor insan. Sonuç olarak ruh halim hangisine uygunsa ona odaklanıyorum diyebiliriz.
- İsmail ve Demirali, dede ve torun olarak hikayedeki sanki aynı kaderi paylaşıyor. Babanıza ithaf ettiğiniz düşünülecek olursa babanız ve dedesi midir kahramanlarınız?
Her iki karakterin de yaşadığı olaylar benim hayal dünyamla harmanlanarak romanlaştı. Ancak, dönemsel olarak yaşananlarda ve tasvirlerde babamın anlattıkları ve çocukken zihnime kazınan görsel tortular olmasa “Nina” gerçeklik hissi veren tarihi roman olma niteliğini kazanamazdı. Tarihi romanların en büyük sıkıntısı, dönemini iyi yansıtabilmektir. Yazarken mantık hatası yapmamak için o dönemde, hangi tüfeklerin kullanıldığından tütünün nasıl kullanıldığına, giyim kuşamın ayrıntılarına kadar birçok detayı araştırarak yazmaya çalıştım. Romanda bölgesel olarak tarihte yerini almış karakterler çok öne çıkmasa da, Rumeli’nin insanları, atmosferinin canlandırılması açısından hayallerimden kopup gelen karakterlerin tarihi birer figüre dönüşebildiklerine inanıyorum. Ben bunu başardıysam, babamın da katkısı oldu düşüncesi beni çok mutlu ediyor.
- Nina, her ne kadar savaş yıllarında geçse de aşk ağırlıklı bir eser. Aşkı tarihin içinde yazmak, özellikle savaşla yazmak ne kadar zorlayıcı?
Ben aşkın her insana nasip olmayan kontrol edilebilir bir cinnet hali olduğuna inanıyorum. Aşka yakalanan kişinin ruh hali ile cinnet hali arasında çok ince bir çizgi bulunur. Cinnet haline sınır çeken çizgiyi ise, aşık olunana kavuşma umudu olarak kabul edebiliriz. Umut tükendiği an cinnet hali kaçınılmazlaşır. Bu nedenledir ki bana savaş gibi olağanüstü durumlar, aşkı çok daha özel kılar gibi gelmiştir. İçinde aşk olmayan bir tarihi roman fikri ne kadar da soğuk ve itici görünüyor değil mi? Bence zor olan tek şey, kurgunun bütünlüğü içinde aşkın savaşa göre sönük kalmasıydı. Nina karakteri tutkulu bir aşka çok uygundu. Tutkulu bir aşk ve tutkulu bir erkek romanın kurgusunda da etkili oldu ve iyi bir sonuç elde ettim sanırım. Umarım okuyucu kurgusal dengeden memnun kalır.
- Anlatıcı olduklarından belki de, ana erkek karakterler daha baskın. Kadın karakterler ise çok sahi ve güçlü, özellikle Nina. Dede ve torunun ölümüne aşık oldukları Nina ve Yovanda karakterlerini yaratma süreci nasıl geçti?
Biliyorsunuz romanda her iki karakter de aşk uğruna ait oldukları köklerinden kopmayı göze aldılar. Bu olgu, benim aşkın kontrol edilebilir bir cinnet hali olduğunu içselleştirmeme koşut bir durum. Ancak romanda çokça savaş sahnesi yer alması sanki erkek karakterlerin baskın çıktığı izlenimini yaratıyor. Oysa Nina karakteri romandaki en baskın karakter. Bu tür kadın karakterleri, ülkemizin özellikle dağlık bölgelerinde de rahatlıkla görülebildiğinden, hayalimde canlandırırken hiç zorlanmadım. İklim koşulları çetinleştikçe Nina gibi çetin karakterleri görme olasılığınız artar. Dolayısıyla Çetin iklimli Karadağ kadınlarının da çetin olması doğal bir sonuçtu benim için. Yovanka’da ise zorlandım diyebilirim. Masum bir genç kızın, babası ile aşkı arasında sıkışmasını çok yer tutmadan ve tadında hissettirmek gerekiyordu.
- Yan karakterler de oldukça dikkat çekici ve inandırıcı. Kolağası Mustafa, Murteza Aga, Şeyh Zekeriya Efendi, Lukoviç, Tüccar Refik... Aralarında gerçekten yaşamış karakterler var mı?
Saydıklarınızdan Şeyh Zekeriya Efendi dışındakiler hayal ürünü. Ancak çocukluğum eskinin partizanı, komutanı, pehlivanı bugünün Siteler esnafı kılıklı çeşitli Rumeli göçmeni karakterleri arasında geçtiğinden hayal etmek hiç zor olmadı. O insanların sohbetlerinin bıraktığı tortular birer masal tadındaydı ve beni Rumeli hakkında bir şeyler yazmam için kışkırttılar.
- Romanı yazmanız ne kadar sürdü?
Romanı yazmak Üç yılımı aldı. Dinlendirme ve gözden geçirme süresini de hesaba katarsak dört yıl diyebiliriz. Bu kadar zamanda bir fakülteden mezun olabilir insan. Ama değer!
- Nina’yı ‘tarihi bir aşk romanı’ olarak niteleyebilir miyiz?
Kesinlikle. Bana göre, edebiyatçılar tarihe ilgi duymadan gençlerimizin ilgi duymasını bekleyemeyiz. Keşke, daha çok tarihi roman yazılsa. Riskli bir alan, çileli bir yol, ama çok önemli. Hatalar, çam devirenler olursa varsın olsun, nitelikli okuyucu nasılsa onları ayıklayacaktır.
- Yazın dünyanızda sırada nasıl bir çalışma okurunuzu bekliyor? Bir sonraki kitabınız bir roman mı yoksa bir öykü kitabı mı olacak?
Yine bir roman var. Üçte ikisi bitmiş durumda. Aidiyet duygusu eksikliğinin kıskacında bir kangal köpeği, bir kadın ve bir erkeğin hikayesini kurguluyorum. Bu sefer tarih yok. Üçüncü roman yine tarihi olabilir. Öykü de yazıyorum, ama bir kitap oluşması biraz zaman alacak gibi.- Yaratım sürecinde yaşadığınız en sancılı aşama nedir? Rutin hayatınızda yazarken neler değişiyor?
Esinlenmekte, yaratmakta yetersiz kaldığım ve tıkandığım anlar en sancılı aşamalar. Böyle anlarda yazmayı bir süreliğine kesip kendimi bir çeşit zihinsel nadasa bırakıyorum. Böylesi kurak süreçlerde çekilmez bir insan olup çıkıyorum. Yine yazmaya başladığımda ise özlenen ılımlı ve olumlu Güner geri dönmüş oluyor.