GÜNÜN KÖŞE YAZARI

Serdar Tuncer günün köşe yazarı...

Pek çok tarafına itiraz etsek de yüksek düzeyli yazısı nedeniyle Yeni Şafak'tan Serdar Tuncer “Günün Köşe Yazarı” seçilmeyi hak ediyor…

Serdar Tuncer günün köşe yazarı...

Serdar Tuncer bugünkü Yeni Şafak’ta “Başkanlık” başlığı altında yayımlanan yazısında Jean Jacques Rousseau'nun bir özdeyişini paylaşıyor okurlarıyla:

Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman var olmadı ve var olmayacaktır” diyor Jean Jacques Rousseau

Evet…

Doğrudur…

Büyük düşünür bunu söylemiştir…

Ama…

O sözü söylediğinde henüz Fransa’da ihtilal yaşanmamıştı…

Ve…

Çünkü…

İnsanlığın zihinsel ve kültürel gelişimi demokrasiye hazır değildi.

Ve…

Yine aynı makalesinde, Jean Jacques Rousseau'nun bir söyleşisine atıf yapan Serdar Tuncer, bu sefer de şöyle diyor:

“….özdeyişler söylemek içindir; inanmak, hele ki yaşamak için hiç değil"

Yani…

Özdeyişlere itibar etmediğine dikkat çekiyor; nedense…

O konunda da kişisel görüşüdür saygı duyarız…

Ancak…

O özdeyişlerin pek çoğu bizzat yaşayanlar, yapanlar tarafından söylenmiştir ki; onlar test edilip doğruluğu onaylanmış olan özdeyişlerdir…

Ve meselâ; “halkları, halkın içinden çıkmış ancak asla halka benzemeyen liderlerin değiştirip geliştirebileceği” özdeyişi de bir başka gerçektir…

Çünkü…

Günümüz dâhil halkları geliştiren liderler halkın içinden çıkan ama halka hiç benzemeyenlerdir…

Onun içindir ki peygamberler ve siyasi liderler halka asla benzemeyenler arasından seçilmiştir…

Halkı aydınlığa götürmeleri için...

Amacımız tartışma yapmak, polemiğe girmek değil…

Pek çok tarafına itiraz etsek de yüksek düzeyli bir yazı…

Başkanlığın neden gerekli olduğunu eksik de olsa samimi bir dille anlatıyor…

Ve…

O yüksek düzeyli yazısıyla Serdar Tuncer “Günün Köşe Yazarı” seçilmeyi hak ediyor…

Yazısının tamamını aşağıda okuyabilirsiniz.

BAŞKANLIK

Serdar TUNCER / Yeni Şafak /20.10.2016

Demokrasiye inanmıyorum. Demokrasinin halkın egemenliği temeline dayanan bir yönetim biçimi olduğuna inanmıyorum. Meclisinin duvarında; “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazan bu milletin bir ferdi olarak egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması gerektiğine de, olduğuna da, olabileceğine de inanmıyorum.

Ben Jean Jacques Rousseau'ya inanıyorum.

Samimi bir itiraf, bilgece bir kehanet, umarsız bir cesaretle şu sözü söyleyebildiği için inanıyorum ben Rousseau'ya:

Kelimenin tam anlamıyla gerçek bir demokrasi hiçbir zaman var olmadı ve var olmayacaktır.”

Bu kadar net!

Olmadı çünkü kırmızı çizgileri var demokrasinin. Olamaz çünkü olmazsa olmazları var. Olmayacak çünkü kendisini tartışabilecek kadar kendisine güveni yok.

Şöyle bir soru soralım: Demokratik bir ülkede, demokrasiye dair bir referandum yapılsa ve sonuçta halkın %90'ı demokrasi istemediğini oylarının rengiyle ifade etse, o ülkede ne yapılır?

Bir; öyle bir referandum yapılmaz! İki; yanılıp da böyle bir referandum yapılmış olsa ve sonuç böyle çıksa, o ülkede darbe yapılır. Neden? Demokrasiyi korumak için. Bir Allah'ın kulu da çıkıp; “yahu benim istemediğim bir şeyi benden niçin koruyorsunuz kardeşim” diye soramaz. Nerde kaldı 'Vox populi vox dei' de diyemezsiniz. Çünkü özdeyişler söylemek içindir; inanmak, hele ki yaşamak için hiç değil.

Yönetenler yönetilenlerin istediğini yapmaz demokrasilerde. Yönetilenler, kendisini yönetenlerin teklifleri arasında bir tercih yapar. Tercih ettiği şey gerçekleşince de “hep benim istediğim oluyor” deyip mutlu olur. Buradan bakınca demokrasi kitlelerin afyonudur.

Halk, bizimki gibi ülkelerde kendisi için doğru olanın ne olduğuna karar verebilecek bilgelik, olgunluk ve yetkinliğe sahip değildir. Halkı yönetmeye aday olanların, demokratik sistemin ve küresel havarilerinin meşruiyet testinden tam puan alarak geçecek kadar kendi halkına ve değerlerine yabancı, bilumum evrensel zırvalara sadık olması zarureti, işte buradan doğar.

Ülkeleri yönetmeye aday olanların tornadan çıkmışçasına şekillendirilip biçimlendirilmesi de yetmez. Çünkü hâlâ bir risk vardır. Halk, demokrasinin bir boşluğuna getirip kendisine benzeyen birilerini aday olarak ortaya çıkarabilir, daha kötüsü onları iktidar makamına bile getirebilir.

İşin burasında devreye o ülkenin ordusu girer. Ordunun ikinci vazifesi milleti ve devleti dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korumaktır. Birinci vazifesi ise milleti, milletin kendisinden 'muhafaza etmek.' Demokrasinin evrensel savunucularının, sonu 'si' ile biten adamlara tahammülü kalmayınca, başı 'si' ile başlayan varlıklara ihtiyacı işte buradan doğar. Buna demokrasilerde kısaca 'Mur' sendromu denir.

Ülkemize dönecek olursak; halkın, kendisine benzeyen birisini iktidara getirme riskine karşı ordudan önceki 'emniyet supabı' olarak tesis edilen bir makam daha vardır ve bu yazının konusu odur: Cumhurbaşkanlığı.

Cumhurbaşkanlığı... Yani statükonun demokratik vesayet makamı.

Demokrasi şarlatanlarının evrensel eylem planı şöyle işliyor: “Ülkeleri yönetenler bize benzesin. Halklarını da bize benzetsinler. Ola ki halk kendisine benzeyeni seçer, ihtiyaten onun üstünde bize bir benzeyen mutlaka bulunsun. Onu, bize benzeyenler seçsin ki orduya çok fazla iş düşmesin. Zira fazla dayağın uyuyan milletleri uyandırma tehlikesi vardır.”

Demokratik Türkiye'nin hep aynı nakaratla biten bir asırlık şarkısı budur.

Askeri vesayet, yargı vesayeti, bürokratik vesayet... Bütün bunların üstünde ise demokratik vesayet, nâm-ı diğer 864 rakımlı tepe.

Beştepe'nin ufukta görünüşünü; MİT kriziyle, Gezi'yle, 17-25 Aralık'la karşılayıp, iskeleye yanaşmasını 15 Temmuz'la engellemeye çalışmışsa birileri, boşuna değil.

Şimdi biz kalkıp bir de diyoruz ki; “Yetmez Başkanlık sistemine geçelim. Bu zamana kadar iktidarı biz seçiyor olsak bile onun üstündeki vesayet sizindi. Şimdi Cumhurbaşkanı'nı da biz seçiyoruz ama yetmez, alttaki vesayetiniz de bizi rahatsız ediyor. Onu da değiştireceğiz!”

Adamlar çıldırmasın da ne yapsın?

Bunca zaman halka rağmen halkı yönetmeye alışanlar, halkın kendilerine rağmen istediğini yapacağını hissettikçe delileniyorlar, basıyorlar yaygarayı, tatavanın bini bir para.

CNN Türk'te, Yrd. Doç. Dr. Gülay Yedekçi, kelimesi kelimesine şöyle dedi mesela: “Biz baştan beri diyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti'nin ayarları ile oynamayın. Mesela bir tanesi neydi; Mustafa Kemal Atatürk yıllar önce dedi ki, Cumhurbaşkanını meclis seçsin, halk seçmesin. Eğer halk seçerse o Cumhurbaşkanı kendisini padişah yetkileriyle donatılmış şekle getirebilir.”

Bu hanımefendi, isminde 'cumhuriyet' ve 'halk'ın bir arada geçtiği partinin İstanbul milletvekili. Şimdi anladınız mı neden Rousseau'ya inandığımı?

Atatürk bunu demiş midir, bilmiyorum ama bu cümleleri dinlerken derin düşüncelere daldığımı itiraf etmeliyim. Padişahlık yetkilerine, halk tarafından seçildiği için sahip olan padişahlar geldi önce aklıma (!) Sonra Atatürk'ün meclis tarafından seçilmesine rağmen padişahtan daha çok yetkiye nasıl sahip olabildiğini düşündüm. Başbakanları halkın seçtiğini hatırlayıp işkillendim bütün eski başbakanlardan. “Ben halkım ama Halk Partisi benden korkuyor” deyip kahkahayla güldüm. Demokrasi gözüme o sıra çirkin geldi işte. “Rousseau'nun toprağı bol olsun Allah'ım” dedim. Derken Başkanlık meselesi iyice aklıma yattı. İçimde mehter çaldı birden. Camı açıp bağırdım: “Biz bir din biliriz, bir de padişah / Bin yıl ömür versin Hazreti Allah”

Ben Reis'in yaşını hesaplarken Şirin Payzın reklama gitti. Dur ben bununla ilgili bir yazı yazayım dedim kendi kendime.

Demokrasiye inanmıyorum diye başlayıp, Başkanlık istiyorum diye biten bir yazı yazayım.

Ve hatta diyeyim ki, yazının sonunda:

Parlamenter sistemle yapamadığımız için değil; padişah seçemediğimiz için başkanlık istiyorum.

ÇOK OKUNANLAR
Yorumlar 1 yorum