Sen neymişsin be Oray Eğin!..
Seyrek git dostuna, dursun ayak üstüne; sık gidersen dostuna yatar kıçı üstüne
ADNAN BERK OKAN
Oray (Eğin) "Hanutçu gazeteci" diyerek gazeteciliğe, yazarlığa, özel sektöre, halkla ilişkiler sektörüne ve hatta iletişime ne kadar büyük zarar verdiğini görmüyor olamaz...
Peki ne istiyor?..
Tabii ki ben "niyet okuyucu" değilim bilemem O'na sormak lâzım...
"Sen sorsan ya" diyenleriniz olabilir...
Eğer "haberci" olsam elbette açar telefonu sorardım ama ben durum analizi yapıyorum...
O iş habercilerin...
Neyse...
Belki de çok kişinin merak ettiği (çünkü ve nedense birtakım kişiler bu çocuğu pek tutuyorlar) Oray Eğin çok fazla "kedi erişemediği ete mundar der" tipi bir gazeteci...
Şıhı Hıncal gibi O da, "hep en iyi yapan, her şeyi bilen" havalarına giriyor...
Oysa internet çağında yaşıyoruz...
"Bilgi" dediğiniz ne ki...
Girin google'a istediğinizi öğrenin...
Google'ın tek eksiği "insan olmayı öğretemeyişi"...
Hoş, Ona bunu öğretebilmek için peygamber olmak bile yetmez ya neyse...
AKŞAM'da "Böyle hanut gezi olur mu?" başlığı altında yayımlanan yazısının bir yerinde; " 'Bu gezinin masrafları X firması tarafından karşılanmıştır' gibi bir ifade konulduğu sürece bir sorun yok. Okura karşı dürüst olmalıyız. Dahası, bu seyahatin tamamen haber amaçlı olduğuna da ikna etmeliyiz karşımızdakileri" diyor...
Mantığın sakatlığına bakar mısınız?..
Hem gazetecileri davet eden firmanın reklâmı olmasın istiyor ama hem de Amerika'dan örnek getirip "firmanın adını yazın" diyor...
Karar ver Oray, hangi taraftasın?..
Yine aynı yazısında; Türkiye'nin en zengin işadamlarından kimilerinin de (Hüsnü Özyeğin, Tuncay Özilhan v.d.) o geziye katıldıklarını yazıyor...
Gerçi, işadamlarının "bir içecek firmasının hanutuna ihtiyaçları olmadığını" da belirtiyor ama bu hatırlatma o iş adamlarının da aynen davete katılan gazeteciler gibi "Hanutçu" oldukları (ona göre) gerçeğini değiştirmiyor...
Neymiş?...
Ne davete katılan işadamlarının ve ne de içecek firmasının ağırladığı işadamlarından bir çıkarı, bir beklentisi yokmuş...
Ne yani?..
Onların birbirlerinden çıkarı yokken gazetecilerin - yazarların ne gibi çıkarları olabiliyor?..
Ya da kafayı taktığı ve kendisi için "ulaşılmaz" olduğu belli olan Mehmet Ali Birand'ın ne gibi bir çıkarı olabilir söylese de bilsek...
Yine aynı yazının bir yerinde diyor ki:
".... Bir gazetecinin bağımsızlığı bir partinin, bir şirketin, bir işadamının onu ağırlaması, bedavaya bir yerlere götürmesi karşılığında satın alınmasın diye bu kurallar konmuş."
Hayret yani...
Demek gazetecilikte böyle bir kural var ve yöneticiler ve eski gazeteciler (en başta da bu tür davetlerin gediklisi Hıncal Uluç) bu kuralları bilmiyor, Oray mı biliyor sadece?..
Eğer "gazeteci milleti" kendini bir yemeğe, bir geziye, birkaç gecelik otel odası fiyatına satıyorsa iş zaten bitmiş...
Toptan kilit vuralım şu medyaya da batsın gitsin bari...
Kaldı ki ben (12 yıldır gitmediğim halde) bu tür gezilerde etkili siyasetçilerimizin, işadamlarımızın ve sanatçılarımızın gazetecilerle buluşup söyleşmelerini ve hatta dertleşmelerini "çok sağlıklı" buluyorum...
Şu aşağıdaki alıntıyı da Oray'ın köşesinden yaptım:
"...... İçecek firmasının sunduğu program hakikaten de cazip. Her şey bir yana gazeteciye bir 'aidiyet' sunuyor bu gezi. Türkiye'nin en zengin işadamlarıyla bir arada, denk olma fırsatı işte. Patronlar kulübüne bir tür 'free pass' bir anda. Paranın satın alamayacağı bir fırsat. Kuşkusuz, kendisini mesleğinin krema tabakası arasında gören gazetecinin gözünün kamaşacağı, hoşuna gideceği bir seyahat..."
Bu ne çirkin yaftalama böyle..
Bu ne kendini bilmezlik!..
Bu ne ayıp!..
Mehmet Ali ya da bir başka arkadaşımızın Tuncay Özilhan ya da Hüsnü Özyeğin ile birlikte olmak için ne gibi bir özlemi olabilir?..
Ama iki değerli işadamı, Mehmet Ali ve diğer pek çok usta, etkin gazeteciyle bir arada olabilmek için can atarlar...
Yıllar önce gazetecilik yaptığım dönemde çok yaşadım bunu...
İş dünyasının en can yakıcı sorunlarını birkaç kadehten sonra onların ağızlarından dinleyerek yazdım ve gündem yarattım...
Hükümetler de konunun üzerine eeğilmek zorunda kaldılar...
Yine Oray'dan devam ediyorum:
"...... Söz konusu içecek firması Güney Afrika'da kendi şemsiyesi altında elitleri buluşturmak istiyorsa en azından bunun gazeteci ayağından bir katılım bedeli almalıydı. Ne kadarsa... 'Bir davetimiz var, böyle isimler katılıyor, sizi de çağırıyoruz ancak 5-10 bin dolar katılım bedeli var' gibi bir not düşmeliydi. Gazeteciler de bu elit kulübün parçası olmanın bir bedeli olduğunu bilmeliydi."
Saçmalamış...
Hem de fena halde Leman...
Yahu Mehmet Ali, birkaç elit işadamıyla bir arada olacak diye niçin üste para versin?..
Ha, deseydi ki, "iş adamları sorunlarını anlatacak etkin ve değerli meslek büyüklerimle bir arada olmak için bedel ödesinler" belki tamam ama öyle demiyor ki...
Tıfıl delikanlı, bir gazetecinin değerli olarak kalabilmesinin "arayan" değil "aranan" olmasıyla mümkün olduğunu halen öğrenememiş...
Gazetecilik yaptığım süreçte arayan değil, aranandım...
Ve çok da "değerliydim" iş ve siyaset dünyasının gözünde...
Arayanlar ise, "seyrek git dostuna, dursun ayak üstüne; sık gidersen dostuna yatar kıçı üstüne" misali hiç ağırlıkları olmayanlardı...
Yani, hiç de Oray'ın, "patronlar kulübünde bir gazeteci ancak parasını kendisi verdiği sürece dimdik durabilir" dediği gibi olmuyor...
Patronlar kendilerini arayan gazeteciye değil, kendi aradıkları gazeteciye saygı duyarlar...
Oray henüz çocuktu ve 12 Eylül dönemiydi...
Son Ecevit Hükümeti'nin Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı, işadamı Kâzım Erdem'den "rüşvet almak"la suçlanıyordu...
Rüşvet "bir takım sünnetlikti"...
Kâzım Erdem, bakanın sünnet olan çocuğuna "sünnet elbisesi" hediye etmişti...
Hakim bunu sordu Kâzım Erdem'e...
Kâzım Erdem güzelim Gümüşhane şivesiyle şöyle cevap verdi:
"Biz Türk'üz daa Hakimim... Kadir kıymet biliriz... Hem ben düğünde çocuğun kirvesiydim daa... Senin uşağa da alayım bir sünnet elbisesi haa ister misun?..." Sonra birden ses tonunu serteştirdi: "Da kardeşum N'oolmiş bi sünnet takımı almışım da... Bu memleketin koskoca bakanı bi sünnet elbisesine mi sattu kenduni?.. Utanın be..."
Evet...
Aynen böyle...
"Utanın be!"...
Koskoca(!) hakim hiçbir şey söyleyemeden öylece kaldı...
Bir süre sonra, "Benim değil savcının iddası" diyebildi...
Yani...
Oray'ın yaptığının o dönemin faşist savcılarından hiç farkı yok..
Yani Mehmet Ali, bir Güney Afrika gezisine kendini satmış olabilir mi?..
O halde Oray'ın şıhı Hıncal Uluç külliyen satılmış...
Cebinden yaptığı seyahat yok gibi neredeyse...
[email protected]
Oray (Eğin) "Hanutçu gazeteci" diyerek gazeteciliğe, yazarlığa, özel sektöre, halkla ilişkiler sektörüne ve hatta iletişime ne kadar büyük zarar verdiğini görmüyor olamaz...
Peki ne istiyor?..
Tabii ki ben "niyet okuyucu" değilim bilemem O'na sormak lâzım...
"Sen sorsan ya" diyenleriniz olabilir...
Eğer "haberci" olsam elbette açar telefonu sorardım ama ben durum analizi yapıyorum...
O iş habercilerin...
Neyse...
Belki de çok kişinin merak ettiği (çünkü ve nedense birtakım kişiler bu çocuğu pek tutuyorlar) Oray Eğin çok fazla "kedi erişemediği ete mundar der" tipi bir gazeteci...
Şıhı Hıncal gibi O da, "hep en iyi yapan, her şeyi bilen" havalarına giriyor...
Oysa internet çağında yaşıyoruz...
"Bilgi" dediğiniz ne ki...
Girin google'a istediğinizi öğrenin...
Google'ın tek eksiği "insan olmayı öğretemeyişi"...
Hoş, Ona bunu öğretebilmek için peygamber olmak bile yetmez ya neyse...
AKŞAM'da "Böyle hanut gezi olur mu?" başlığı altında yayımlanan yazısının bir yerinde; " 'Bu gezinin masrafları X firması tarafından karşılanmıştır' gibi bir ifade konulduğu sürece bir sorun yok. Okura karşı dürüst olmalıyız. Dahası, bu seyahatin tamamen haber amaçlı olduğuna da ikna etmeliyiz karşımızdakileri" diyor...
Mantığın sakatlığına bakar mısınız?..
Hem gazetecileri davet eden firmanın reklâmı olmasın istiyor ama hem de Amerika'dan örnek getirip "firmanın adını yazın" diyor...
Karar ver Oray, hangi taraftasın?..
Yine aynı yazısında; Türkiye'nin en zengin işadamlarından kimilerinin de (Hüsnü Özyeğin, Tuncay Özilhan v.d.) o geziye katıldıklarını yazıyor...
Gerçi, işadamlarının "bir içecek firmasının hanutuna ihtiyaçları olmadığını" da belirtiyor ama bu hatırlatma o iş adamlarının da aynen davete katılan gazeteciler gibi "Hanutçu" oldukları (ona göre) gerçeğini değiştirmiyor...
Neymiş?...
Ne davete katılan işadamlarının ve ne de içecek firmasının ağırladığı işadamlarından bir çıkarı, bir beklentisi yokmuş...
Ne yani?..
Onların birbirlerinden çıkarı yokken gazetecilerin - yazarların ne gibi çıkarları olabiliyor?..
Ya da kafayı taktığı ve kendisi için "ulaşılmaz" olduğu belli olan Mehmet Ali Birand'ın ne gibi bir çıkarı olabilir söylese de bilsek...
Yine aynı yazının bir yerinde diyor ki:
".... Bir gazetecinin bağımsızlığı bir partinin, bir şirketin, bir işadamının onu ağırlaması, bedavaya bir yerlere götürmesi karşılığında satın alınmasın diye bu kurallar konmuş."
Hayret yani...
Demek gazetecilikte böyle bir kural var ve yöneticiler ve eski gazeteciler (en başta da bu tür davetlerin gediklisi Hıncal Uluç) bu kuralları bilmiyor, Oray mı biliyor sadece?..
Eğer "gazeteci milleti" kendini bir yemeğe, bir geziye, birkaç gecelik otel odası fiyatına satıyorsa iş zaten bitmiş...
Toptan kilit vuralım şu medyaya da batsın gitsin bari...
Kaldı ki ben (12 yıldır gitmediğim halde) bu tür gezilerde etkili siyasetçilerimizin, işadamlarımızın ve sanatçılarımızın gazetecilerle buluşup söyleşmelerini ve hatta dertleşmelerini "çok sağlıklı" buluyorum...
Şu aşağıdaki alıntıyı da Oray'ın köşesinden yaptım:
"...... İçecek firmasının sunduğu program hakikaten de cazip. Her şey bir yana gazeteciye bir 'aidiyet' sunuyor bu gezi. Türkiye'nin en zengin işadamlarıyla bir arada, denk olma fırsatı işte. Patronlar kulübüne bir tür 'free pass' bir anda. Paranın satın alamayacağı bir fırsat. Kuşkusuz, kendisini mesleğinin krema tabakası arasında gören gazetecinin gözünün kamaşacağı, hoşuna gideceği bir seyahat..."
Bu ne çirkin yaftalama böyle..
Bu ne kendini bilmezlik!..
Bu ne ayıp!..
Mehmet Ali ya da bir başka arkadaşımızın Tuncay Özilhan ya da Hüsnü Özyeğin ile birlikte olmak için ne gibi bir özlemi olabilir?..
Ama iki değerli işadamı, Mehmet Ali ve diğer pek çok usta, etkin gazeteciyle bir arada olabilmek için can atarlar...
Yıllar önce gazetecilik yaptığım dönemde çok yaşadım bunu...
İş dünyasının en can yakıcı sorunlarını birkaç kadehten sonra onların ağızlarından dinleyerek yazdım ve gündem yarattım...
Hükümetler de konunun üzerine eeğilmek zorunda kaldılar...
Yine Oray'dan devam ediyorum:
"...... Söz konusu içecek firması Güney Afrika'da kendi şemsiyesi altında elitleri buluşturmak istiyorsa en azından bunun gazeteci ayağından bir katılım bedeli almalıydı. Ne kadarsa... 'Bir davetimiz var, böyle isimler katılıyor, sizi de çağırıyoruz ancak 5-10 bin dolar katılım bedeli var' gibi bir not düşmeliydi. Gazeteciler de bu elit kulübün parçası olmanın bir bedeli olduğunu bilmeliydi."
Saçmalamış...
Hem de fena halde Leman...
Yahu Mehmet Ali, birkaç elit işadamıyla bir arada olacak diye niçin üste para versin?..
Ha, deseydi ki, "iş adamları sorunlarını anlatacak etkin ve değerli meslek büyüklerimle bir arada olmak için bedel ödesinler" belki tamam ama öyle demiyor ki...
Tıfıl delikanlı, bir gazetecinin değerli olarak kalabilmesinin "arayan" değil "aranan" olmasıyla mümkün olduğunu halen öğrenememiş...
Gazetecilik yaptığım süreçte arayan değil, aranandım...
Ve çok da "değerliydim" iş ve siyaset dünyasının gözünde...
Arayanlar ise, "seyrek git dostuna, dursun ayak üstüne; sık gidersen dostuna yatar kıçı üstüne" misali hiç ağırlıkları olmayanlardı...
Yani, hiç de Oray'ın, "patronlar kulübünde bir gazeteci ancak parasını kendisi verdiği sürece dimdik durabilir" dediği gibi olmuyor...
Patronlar kendilerini arayan gazeteciye değil, kendi aradıkları gazeteciye saygı duyarlar...
Oray henüz çocuktu ve 12 Eylül dönemiydi...
Son Ecevit Hükümeti'nin Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı, işadamı Kâzım Erdem'den "rüşvet almak"la suçlanıyordu...
Rüşvet "bir takım sünnetlikti"...
Kâzım Erdem, bakanın sünnet olan çocuğuna "sünnet elbisesi" hediye etmişti...
Hakim bunu sordu Kâzım Erdem'e...
Kâzım Erdem güzelim Gümüşhane şivesiyle şöyle cevap verdi:
"Biz Türk'üz daa Hakimim... Kadir kıymet biliriz... Hem ben düğünde çocuğun kirvesiydim daa... Senin uşağa da alayım bir sünnet elbisesi haa ister misun?..." Sonra birden ses tonunu serteştirdi: "Da kardeşum N'oolmiş bi sünnet takımı almışım da... Bu memleketin koskoca bakanı bi sünnet elbisesine mi sattu kenduni?.. Utanın be..."
Evet...
Aynen böyle...
"Utanın be!"...
Koskoca(!) hakim hiçbir şey söyleyemeden öylece kaldı...
Bir süre sonra, "Benim değil savcının iddası" diyebildi...
Yani...
Oray'ın yaptığının o dönemin faşist savcılarından hiç farkı yok..
Yani Mehmet Ali, bir Güney Afrika gezisine kendini satmış olabilir mi?..
O halde Oray'ın şıhı Hıncal Uluç külliyen satılmış...
Cebinden yaptığı seyahat yok gibi neredeyse...
[email protected]