Reality şovlar bizde modernite öncesi içeriğe sahip!
Batı TV'lerinde postmodern bir format olarak nitelendirilen reality şovların Türkiye'de modernite öncesi bir içeriğe sahip olduğunu fark etmemiz lazım.
Batı TV'lerinde postmodern bir format olarak nitelendirilen reality şovların Türkiye'de modernite öncesi bir içeriğe sahip olduğunu fark etmemiz lazım
ORHAN TEKELİOĞLU - Radikal
Cennet nasıl kurtulur?
Geçen cuma, bir izdivaç şovunda, gözyaşlarına boğularak derdini anlatan, derdine çare soran Cennet’i gördüğümde aklıma Vasıf Öngören’in Asiye Nasıl Kurtulur? isimli tiyatro eseri geldi. Ne yazık ki çok genç bir yaşta, 46 yaşında kaybettiğimiz Öngören’in Brechtçi bir üslupla yazdığı ve sahnelediği bu oyunda “Asiyelerin” düzen tarafından nasıl yaratıldığı ve neden kurtulamayacağı ustalıkla anlatılıyordu. Daha sonra Nejat Saydam ve Atıf Yılmaz tarafından filmi de çekilen bu tiyatro klasiği ile konusu itibarıyla olmasa da, tema olarak benzeyen bir sahne vardı ekranda. Yalnız, umarsız, kısaca toplum karşısında güçsüz kalmış bir kadın. Bu kadınların hayatlarını idame ettirebilmesi ancak muhitlerindeki yardımlaşma sistemlerine girebildiklerinde mümkün olabilir. Örneğin, evlilik böyle bir durumda işe yarayabilir. Kendi sözlerinden, “mahalledeki kadınların” Cennet’e bir “koca” ve böylece başını sokabileceği bir “yuva” bulduğunu anlıyoruz. İmam nikahı kıyılarak kurulan bu ilişki mutlu mesut giderken Cennet’in hamile kalmasıyla bambaşka bir hal almış. Yine kendi sözlerinden aktarıyorum, o güne kadar “kocasının” resmi nikahlı bir başka karısı olduğunu bilmeyen Cennet, aslında evli ve altı çocuklu birisiyle yaşadığını öğrenir. Üstelik hamilelik durumu hoş karşılanmamış, resmi eşten boşanma talebi ciddiye bile alınmamış ve en kötüsü, çocuğun doğması ihtimali söz konusu bile olmamaktadır. Bunlara direnen, bebeğini doğurma talebini yineleyen Cennet kendini önce kapının dışında bulur, resmi eşin ailesi ile kurulmaya çalışılan temasın neticesini ise Cennet’in suratındaki ekimozlardan anlarız. Bu arada asıl aile, hali vakti yerinde olduğunu söylediği büyük ağabey de “evlilik” bağını koparmak istemekte, “gayrımeşru” çocuk doğurmak isteyen Cennet’e yardım etmekten imtina etmektedir. Kısacası Cennet, sosyolojik referanslarını yitirmiş, “kimsesiz” kalmıştır. Son bir ümitle “mahallenin kadınlarına” başvurduğunda ise ona gösterilen istikamet malum “izdivaç şovu” olacaktır! Sunucu ve stüdyodaki kadınların bu yapayalnız kadına acıdıkları ortadaydı ama onun çocuk doğurma isteğine pek de olumlu bakmadıkları yapılan yorumlardan belli oluyordu. Temel insan haklarının başında gelen çocuk doğurma hakkının sadece onu “edinebileceklere” (tercihen bir evlilik ilişkisi içinde, evlilik-dışı olacakca, o da belki, maddi olanakları yerinde olanlara) hak olduğu, “gayrımeşruluk” ile toplumsal meşruiyet arasındaki çatışmanın bu memlekette ne menem bir şey olduğu Cennet’e dostça anlatılıyordu. Cennet için tek çözüm, açıkça söylenmese de, onu bu haliyle kabul edecek bir koca adayıydı. Meğerse yine aynı şovda, sekiz aylık hamile bir kadına da talip olunmuş. Cennet’i bir sığınma evine yönlendirmek ya da bir devlet kurumundan yardım almak gibi bir çözüm nedense ne sunucunun, ne de stüdyodakilerin aklına geliyordu. Varsa, yoksa resmi evlilik.
Durkheim
Hazin ve ne yazık ki bildik bir Türkiye anlatısı. Öte yandan, ekranda görünen, bir tiyatro oyunu, bir film gibi kurmaca olmayan, böyle bir şov bağlamında, çok sıradışı bir “ekran durumu” olarak da nitelendirilebilir. Çünkü bu “durum”, izdivaç şovlarının asıl işlevlerinden birine işaret ediyor. İzdivaç bir “hayır” işidir, birbirine denk insanları bir araya getirerek “evlendiren”, toplumsal düzenin sorunsuz sıkıntısız yeniden üretimini regüle eden bir faaliyettir. Bireylerden değil “üyelerden” oluşan, “harmonik” bir toplumsal düzen arzusunu erken modernitenin usta sosyoloğu Durkheim’ın düşüncelerinden de tanırız. Bireyselliğe açıktan açığa karşı çıkmasa da, toplumsal normunu yitiren, anomide (norm dışında) sendeleyen bireyi toplumsal dayanışmaya davet eden Durkheim’cı bakış açısının, bizimki gibi sosyolojik cemaatlerle bezeli bir toplumu anlamaya yarayabileceği düşüncesindeyim. Cennet, çocuğunu evlilik dışında doğurmayı tahayyül ederek toplumsal normu kırmaya teşebbüs etmektedir, üstüne üstlük hem madden (yoksul), hem de manen (kadın başına) yetersizdir. “Bireysel” başkaldırı şansının kalmadığını idrak ettiğinden, evlilik kurumuna kendini teslim etmek için ekrandadır. Belki psikolojik olarak çökmüş, egosu iflas etmiştir ama son bireysel çığlığını (çocuk doğurma isteğini) atmaya devam etmektedir. Program sunucusunun nasıl yardım edeceğini bilemediğini söyleyerek kapattığı Cuma gününden Pazartesiye geçildiğinde ise ekranda resim değişir. Hayat öyküleri, toplumsal statüleri ve gelir düzeyleri aşağı yukarı birbirine benzeyen üç erkek stüdyoya gelmiştir. Hepsi de durumun çok üzücü olduğunu, Cennet’i ve çocuğu kabul etmeye hazır olduklarını söylemektedirler. Evlilik ile “hayır” işinin, uygunsuz bir şekilde bir araya geldiği bir trajedi ile karşı karşıyayız aslında. Sürekli olarak aday çiftlerin birbirlerinden “elektrik” alıp almadığının sorulduğu bu şovda, Cennet’e böyle bir soru sorulamayacağının ağır bir anlamı var. “Hayırlı” bir işte “hayır”a yer yoktur. Neyse ki, hayır sonunda dış-dünyadan stüdyoya gelir. Cennet’in durumuna çok üzülen ve yaşlı fertlerden oluşan üç kişilik bir aile, evlerine “gençlik” geleceği umuduyla, Cennet’i eve kızları gibi almayı, doğacak çocuğuna vasi olmayı taahhüt etmektedir . Cennet, gözyaşlarına boğulur. Ekrana çıktığı andan itibaren söyleyemediği, hatta söylenebileceğini bile düşleyemediği sözlerini hıçkırarak haykırır. “Ben evlenmek istemiyorum, bir aile istiyorum!”
İçinizi acıtmak için aktarmadım ekranda yaşananları. Ekranda rağbet gören bir çok programın ardında “hayır” işlendiğine dair algıların ne kadar önemli olduğuna işaret ediyor izdivaç şovunda beklenmedik bir biçimde ortaya çıkan bu durum. Seda Sayan, Mehmet Ali Erbil ya da Acun Ilıcalı’nın ekran karizmalarının ardında işte bu “dayanışmacı” hissin gücü var. Ancak arkaik bir toplumda bir anlam ifade eden bu ekran davranışının modern Türkiye ekranında neden varolabildiği de çok önemli bir soru. Modern sosyal devletin temel kurumlarının doğru dürüst kurulmadığı bir toplumda liberal ekonomik düzene hızla geçmenin, “muhafazakârlıktan” başka bir toplumsal kültür üretemeyeceğini daha önce de yazmıştım (Radikal İki, 21 Şubat 2010). Batı toplumunun bireyleri “özelleştirme rüzgarıyla” karşılaştıklarında kurumsal anlamda güvencelere sahiptiler, iyi kötü bu güvenceler halen yürürlükte. Türkiye’de ise korumasızsınız. Bu nedenle, bağımsız ve özgür bir bireyin iktisaden liberalleşen bir Türkiye’de bir “yeri”, bir “sığınağı” yok. Grev hakkı, toplu sözleşme yapabilen sendikası olmayan, sosyal yardım kurumları tam anlamıyla oluşmamış bir toplum mebzul miktarda yoksul ve korumasız “birey” üretir. Bu insanların sığınabilecekleri yerler sosyolojik cemaatleri, hemşehrilik grupları, sülaleri ya da geniş aileleridir. Geleneksel değerlerin, kültürel muhafazakârlığın ekranlarda katlanarak artması tesadüf olabilir mi? Batı TV’lerinde postmodern bir format olarak nitelendirilen reality şovların Türkiye’de pre-modern bir içeriğe sahip olduğunu fark etmemiz lazım. “Cennetlerin” hayatını “cehenneme” çeviren sarmalın ipuçlarını bu şovlarda gözlemleyebiliriz.
ORHAN TEKELİOĞLU:Bahçeşehir Üniv.