Radikal yazarları Özkök'ün kitabı için ne dedi?
Radikal yazarları İsmet Berkan ve Akif Beki bugün köşelerinde Özkök'ün 'tuhaf' adlı kitabını gündemlerine almışlar.
GAZETECİLER.COM
Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'ün yeni çıkan kitabı medyada da tartışılıyor. Radikal yazarları İsmet Berkan ve Akif Beki bugün köşelerinde Özkök'ün 'tuhaf' adlı kitabını gündemlerine almışlar.
İSMET BERKAN - RADİKAL
Ertuğrul Özkök'ün 'Tuhaf'ı
Birkaç gündür elimden bırakmadan, bırakamadan okuduğum bir kitap, Ertuğrul Özkök’ün ‘Tuhaf’ı.
Hangi türe sokacağını şaşırıyor insan.
Kurmaca mı, değil mi? Belli ki Özkök kurmaca ile gerçek arasındaki o belirsiz sınırda durmak istemiş. O yüzden insan karar veremiyor.
Gerçekte, uzun yıllar Hürriyet gazetesini yönetmek gibi ağır ve yorucu ve en önemlisi yıpratıcı bir işi yaptıktan sonra bir anda üstünden yük kalkan ve özgür kalan bir yazı adamı olarak, belli ki uzun yıllardır kafasını kurcalayan ama cevabını da ya tam olarak veremediği ya da vermek istemediği çok temel bir konuya dalmak istemiş Özkök.
O temel konuyu zaman zaman köşesinde de okuyoruz. Ruh var mı, yok mu? Bizim
davranışlarımızı belirleyen, davranışlarımızı uzaktan da olsa izleyen bir yüce varlık var mı yok mu?
Özkök, kitap boyunca kendi başından geçtiğini söylediği, bazıları taa onun çocukluk yıllarına kadar giden öyküler anlatıyor, bazen sorular soruyor bazen soru bile sormuyor.
Kısa ve çarpıcı öykülerde Özkök genellikle bizi bir cevaba, bir sonuca yönlendirmekten kaçınıyor, adeta tarafsız bir gözlemci gibi olayları anlatıyor, kendince yaptığı sorgulamaya bizi tanık ediyor ama sonra öylece bırakıyor anlattığı şeyi, kararı biz verelim diye.
Benim bayıldığım öyküler oldu Özkök’ün alattıkları arasında. Mesela kitabın ilk öyküsü. Sonra Mevlana’nın mezarı öyküsü.
Bunca yıl gazetesini yönetmekten, gazete yönetmenin insana yüklediği yan ve çok ağır yükleri sırtında taşımaktan kafasını kaşımaya vakti kalmamış bir insan olarak Özkök’ün kendini özgür hisseder etmez klavyenin başına geçip böyle bir kitap yazmasını, kendince özgürlüğünün tadını çıkarmak istemesini çok iyi anlayabiliyorum.
İnsan gazeteci olunca, hele hele Hürriyet gibi büyük bir haber makinasının en tepesinde oturunca, her gün onlarca ve birbirinden ilginç insan hikayeleri dinliyor.
Ne kadar siyasetle, dış politikayla, ekonomiyle ilgiliymiş gibi gözükürse gözüksün, aynen edebiyatçı gibi aslında gerçek gazetecinin de malzemesi insandır, bütün o öyküler de gerçekte insan öyküleridir. Yeter ki, o kara kuru haberlerin içinden o insan öykülerini çekip çıkartabilin.
İnsan her gün böyle öyküler göre göre biraz deformasyona uğruyor ister istemez. Dünyada
çok sayıda öykü olduğuna, hatta bu dünyada sıkıntısı çekilmeyecek tek şeyin öykü olduğuna inanmaya başlıyor. Oysa bu doğru değil. Daha geçenlerde ünlü Amerikalı yazar Paul Auster’in öykü taslağı defterlerini okudum (The Red Notebook) ve bu koca yazarın ne kadar fakir öykülerle uğraştığını görüp üzüldüm.
Ertuğrul Özkök’ün üç-beş sayfada anlatıp geçtiği öykülerin üç tanesi için Paul Auster cinayeti bile göze alabilir belki de. İki kitabı arka arkaya okuyunca bu izlenime kapıldım.
Özkök, diyelim kayıp Japon denizciler hikâyesini bir roman uzunluğunda ve tadında yazabilirdi. İnsanın özüne dair bütün temel soruları içerme potansiyeli taşıyan bu öykü,
bana göre Özkök tarafından harcanmış.
Tabii şunu bilmiyoruz, belki Özkök’ün heybesinde daha böyle yüzlerce, binlerce hikâye
var anlatılmayı bekleyen. Umarım da vardır.
Özkök’ün kitabı Tuhaf daha şimdiden çok satarlar listesinde zaten. Ben de elden
bırakmadan okuyacak bir kitap isteyenlere, öykülerin öyküleri kovaladığı ve sizi sersemlettiği bir kitap isteyenlere Tuhaf’ı tavsiye ederim.
AKİF BEKİ - RADİKAL
Özkök'ün 'Tuhaf' hikâyeleri
Tuhaf, çekicidir.
Gizem, asalet ve cinsellik, tüm zamanların en çok satan üçlüsü.
Tuhaf bir kurguya
bulan-dıklarında, peşinden sürüklenmeyecek zihin yoktur, bu üçlünün.
Şöyle söyleyelim;
‘Kayıp Samurayların Ölüm Kodu’ efsanesiyle başlayıp, Hallac-ı Mansur’un ‘Ene’l Hak’ nidasıyla biten bir tuhaf macera düşünün.
Tahayyül edin ki;
‘Müebbet bir muhacir’, içindeki kabeyi tavaf ediyor.
Vesveseli bir müminin türlü hallerine, başıboş bir zekanın kaçış oyunlarına tanık oluyorsunuz.
Şüphe fırtınalarının ortasında tek sığınağı kalmış; yeniden kocakarı imanına dönmek.
İçe dönük bir hac hikayesi gibi, nihai menzili olmayan bir gidiş.
Bir göç kervanının iflah olmaz kaçkını, gel-gitler halinde bir firari duruyor karşınızda.
Seyrediyorsunuz...
Azıksız, ihtiyat akçesiz ve yalnız çıkılan bir ruh seferinin seyir defterinden izliyorsunuz onu.
Kâh Olemp Dağı’na çıkıyorsunuz peşinden, kâh Himalayalar’ın eteklerinde gezintiye.
Zeytin Dağı’nın esrarı arasında kayboluyorsunuz kah.
Bazen Tibet mabedinde inziva ayinine katılıyor, bazen çıplak keşişler meclisine iştirak ederken buluyorsunuz kendinizi.
Bu hikayelerdeki Ertuğrul Özkök, cemaatsiz bir vaiz, müritsiz bir şeyh, yoldan çıkmış bir ehl-i tarik...
Zulmet ormanlarında yolunu arayan bir şaşkın, kendini aramakla geçmiş bir hayatın baş kahramanı o.
Bocalamadan sorguluyor, mübalağaya kaçmadan aktarıyor hayal-meyal hatıratını.
Fiziki evrenin dışına doğru, astral bir seyahate davet ediyor okuru.
Gerçek-üstü bir dünyanın kapılarını açıyor.
Gerçek ile hayal alemi arasındaki flu bölgede, merceği karıncalanmış bir teleskoptan seyre dalıyorsunuz burçlar feleğini.
Alın yazısının sırlarını kurcalıyorsunuz orada.
***
Kafasını mistik sorularla karıştırmaktan korkmamış, yazar.
Kiliseye girmiş, ama gördüğü her ikonu kırıp dökmüş.
Olemp Dağı’ndaki panteona uğramış, ama huzurunu kaçırmış Grek tanrılarının.
Himalayalar’ın eteklerindeki ihtiyar çocuğun tapınağına düşmüş yolu.
Daha ana rahmindeyken, neden saçlarına ak düştüğünü merak etmiş.
Avatarlarına hayran kalmış uzak tanrıçaların.
Ahlaksız zevklerin edebiyatçısını dikizlemiş gizliden gizliye.
Fransa’nın ‘sadist’ asilzadesi Marquis de Sade’ın isyankar fantezilerine eşlik etmiş.
Her kışkırtmaya gelmiş, her ihtilale uymuş, her düzene başkaldırmış, meçhul giyotinlere uzatmış kaç kez başını.
Ab-ı hayatın izini sürmüş Gılgamış hücrelerinde, ölümsüzlük iksirinden tatmak istemiş.
Nano-teknoloji laboratuvarlarında DNA koridorlarına sızmış, casus bir gölge gibi.
Eli boş dönmüş her seferinde.
Tatminsizlikte tatmin bulmuş.
Sonu gelmez bir arayış, sonsuz bir tecessüs, tutkulu bir macera ve yorgun bir beden...
Cennetle cehennem arasında iskana razı olmuş sonunda.
Bir tek yaradanın varlığına teslim olmuş, sizden de teslimiyet bekliyor.
Ertuğrul Özkök, çalkantılı ruh serüvenini kaleme almış.
“Tam senin seveceğin bir kitap” demişti.
Gerçekten de öyle.
Ki, ‘belagat şehvetine’ yenik düştüğü, ‘kesin inançlı’ siyasi yazılarına tercih ederim çoğu zaman.
Kurmaca mı, gerçek mi o tuhaf hikayeler; hakikaten yaşandılar mı, okuyup siz karar verin artık.
Kitabın adı, Tuhaf.
Ve bence, Özkök için yeni bir yazarlık kulvarının başlangıcı.
Bilinmezin serhad boylarında dolaşmak isterseniz, tavsiye ederim.
Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'ün yeni çıkan kitabı medyada da tartışılıyor. Radikal yazarları İsmet Berkan ve Akif Beki bugün köşelerinde Özkök'ün 'tuhaf' adlı kitabını gündemlerine almışlar.
İSMET BERKAN - RADİKAL
Ertuğrul Özkök'ün 'Tuhaf'ı
Birkaç gündür elimden bırakmadan, bırakamadan okuduğum bir kitap, Ertuğrul Özkök’ün ‘Tuhaf’ı.
Hangi türe sokacağını şaşırıyor insan.
Kurmaca mı, değil mi? Belli ki Özkök kurmaca ile gerçek arasındaki o belirsiz sınırda durmak istemiş. O yüzden insan karar veremiyor.
Gerçekte, uzun yıllar Hürriyet gazetesini yönetmek gibi ağır ve yorucu ve en önemlisi yıpratıcı bir işi yaptıktan sonra bir anda üstünden yük kalkan ve özgür kalan bir yazı adamı olarak, belli ki uzun yıllardır kafasını kurcalayan ama cevabını da ya tam olarak veremediği ya da vermek istemediği çok temel bir konuya dalmak istemiş Özkök.
O temel konuyu zaman zaman köşesinde de okuyoruz. Ruh var mı, yok mu? Bizim
davranışlarımızı belirleyen, davranışlarımızı uzaktan da olsa izleyen bir yüce varlık var mı yok mu?
Özkök, kitap boyunca kendi başından geçtiğini söylediği, bazıları taa onun çocukluk yıllarına kadar giden öyküler anlatıyor, bazen sorular soruyor bazen soru bile sormuyor.
Kısa ve çarpıcı öykülerde Özkök genellikle bizi bir cevaba, bir sonuca yönlendirmekten kaçınıyor, adeta tarafsız bir gözlemci gibi olayları anlatıyor, kendince yaptığı sorgulamaya bizi tanık ediyor ama sonra öylece bırakıyor anlattığı şeyi, kararı biz verelim diye.
Benim bayıldığım öyküler oldu Özkök’ün alattıkları arasında. Mesela kitabın ilk öyküsü. Sonra Mevlana’nın mezarı öyküsü.
Bunca yıl gazetesini yönetmekten, gazete yönetmenin insana yüklediği yan ve çok ağır yükleri sırtında taşımaktan kafasını kaşımaya vakti kalmamış bir insan olarak Özkök’ün kendini özgür hisseder etmez klavyenin başına geçip böyle bir kitap yazmasını, kendince özgürlüğünün tadını çıkarmak istemesini çok iyi anlayabiliyorum.
İnsan gazeteci olunca, hele hele Hürriyet gibi büyük bir haber makinasının en tepesinde oturunca, her gün onlarca ve birbirinden ilginç insan hikayeleri dinliyor.
Ne kadar siyasetle, dış politikayla, ekonomiyle ilgiliymiş gibi gözükürse gözüksün, aynen edebiyatçı gibi aslında gerçek gazetecinin de malzemesi insandır, bütün o öyküler de gerçekte insan öyküleridir. Yeter ki, o kara kuru haberlerin içinden o insan öykülerini çekip çıkartabilin.
İnsan her gün böyle öyküler göre göre biraz deformasyona uğruyor ister istemez. Dünyada
çok sayıda öykü olduğuna, hatta bu dünyada sıkıntısı çekilmeyecek tek şeyin öykü olduğuna inanmaya başlıyor. Oysa bu doğru değil. Daha geçenlerde ünlü Amerikalı yazar Paul Auster’in öykü taslağı defterlerini okudum (The Red Notebook) ve bu koca yazarın ne kadar fakir öykülerle uğraştığını görüp üzüldüm.
Ertuğrul Özkök’ün üç-beş sayfada anlatıp geçtiği öykülerin üç tanesi için Paul Auster cinayeti bile göze alabilir belki de. İki kitabı arka arkaya okuyunca bu izlenime kapıldım.
Özkök, diyelim kayıp Japon denizciler hikâyesini bir roman uzunluğunda ve tadında yazabilirdi. İnsanın özüne dair bütün temel soruları içerme potansiyeli taşıyan bu öykü,
bana göre Özkök tarafından harcanmış.
Tabii şunu bilmiyoruz, belki Özkök’ün heybesinde daha böyle yüzlerce, binlerce hikâye
var anlatılmayı bekleyen. Umarım da vardır.
Özkök’ün kitabı Tuhaf daha şimdiden çok satarlar listesinde zaten. Ben de elden
bırakmadan okuyacak bir kitap isteyenlere, öykülerin öyküleri kovaladığı ve sizi sersemlettiği bir kitap isteyenlere Tuhaf’ı tavsiye ederim.
AKİF BEKİ - RADİKAL
Özkök'ün 'Tuhaf' hikâyeleri
Tuhaf, çekicidir.
Gizem, asalet ve cinsellik, tüm zamanların en çok satan üçlüsü.
Tuhaf bir kurguya
bulan-dıklarında, peşinden sürüklenmeyecek zihin yoktur, bu üçlünün.
Şöyle söyleyelim;
‘Kayıp Samurayların Ölüm Kodu’ efsanesiyle başlayıp, Hallac-ı Mansur’un ‘Ene’l Hak’ nidasıyla biten bir tuhaf macera düşünün.
Tahayyül edin ki;
‘Müebbet bir muhacir’, içindeki kabeyi tavaf ediyor.
Vesveseli bir müminin türlü hallerine, başıboş bir zekanın kaçış oyunlarına tanık oluyorsunuz.
Şüphe fırtınalarının ortasında tek sığınağı kalmış; yeniden kocakarı imanına dönmek.
İçe dönük bir hac hikayesi gibi, nihai menzili olmayan bir gidiş.
Bir göç kervanının iflah olmaz kaçkını, gel-gitler halinde bir firari duruyor karşınızda.
Seyrediyorsunuz...
Azıksız, ihtiyat akçesiz ve yalnız çıkılan bir ruh seferinin seyir defterinden izliyorsunuz onu.
Kâh Olemp Dağı’na çıkıyorsunuz peşinden, kâh Himalayalar’ın eteklerinde gezintiye.
Zeytin Dağı’nın esrarı arasında kayboluyorsunuz kah.
Bazen Tibet mabedinde inziva ayinine katılıyor, bazen çıplak keşişler meclisine iştirak ederken buluyorsunuz kendinizi.
Bu hikayelerdeki Ertuğrul Özkök, cemaatsiz bir vaiz, müritsiz bir şeyh, yoldan çıkmış bir ehl-i tarik...
Zulmet ormanlarında yolunu arayan bir şaşkın, kendini aramakla geçmiş bir hayatın baş kahramanı o.
Bocalamadan sorguluyor, mübalağaya kaçmadan aktarıyor hayal-meyal hatıratını.
Fiziki evrenin dışına doğru, astral bir seyahate davet ediyor okuru.
Gerçek-üstü bir dünyanın kapılarını açıyor.
Gerçek ile hayal alemi arasındaki flu bölgede, merceği karıncalanmış bir teleskoptan seyre dalıyorsunuz burçlar feleğini.
Alın yazısının sırlarını kurcalıyorsunuz orada.
***
Kafasını mistik sorularla karıştırmaktan korkmamış, yazar.
Kiliseye girmiş, ama gördüğü her ikonu kırıp dökmüş.
Olemp Dağı’ndaki panteona uğramış, ama huzurunu kaçırmış Grek tanrılarının.
Himalayalar’ın eteklerindeki ihtiyar çocuğun tapınağına düşmüş yolu.
Daha ana rahmindeyken, neden saçlarına ak düştüğünü merak etmiş.
Avatarlarına hayran kalmış uzak tanrıçaların.
Ahlaksız zevklerin edebiyatçısını dikizlemiş gizliden gizliye.
Fransa’nın ‘sadist’ asilzadesi Marquis de Sade’ın isyankar fantezilerine eşlik etmiş.
Her kışkırtmaya gelmiş, her ihtilale uymuş, her düzene başkaldırmış, meçhul giyotinlere uzatmış kaç kez başını.
Ab-ı hayatın izini sürmüş Gılgamış hücrelerinde, ölümsüzlük iksirinden tatmak istemiş.
Nano-teknoloji laboratuvarlarında DNA koridorlarına sızmış, casus bir gölge gibi.
Eli boş dönmüş her seferinde.
Tatminsizlikte tatmin bulmuş.
Sonu gelmez bir arayış, sonsuz bir tecessüs, tutkulu bir macera ve yorgun bir beden...
Cennetle cehennem arasında iskana razı olmuş sonunda.
Bir tek yaradanın varlığına teslim olmuş, sizden de teslimiyet bekliyor.
Ertuğrul Özkök, çalkantılı ruh serüvenini kaleme almış.
“Tam senin seveceğin bir kitap” demişti.
Gerçekten de öyle.
Ki, ‘belagat şehvetine’ yenik düştüğü, ‘kesin inançlı’ siyasi yazılarına tercih ederim çoğu zaman.
Kurmaca mı, gerçek mi o tuhaf hikayeler; hakikaten yaşandılar mı, okuyup siz karar verin artık.
Kitabın adı, Tuhaf.
Ve bence, Özkök için yeni bir yazarlık kulvarının başlangıcı.
Bilinmezin serhad boylarında dolaşmak isterseniz, tavsiye ederim.