Puslu Kıtalar Atlası çizgi roman olsun diye 5 yıl çalıştı
İhsan Oktay Anar'ın unutulmayan ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası, İlban Ertem'in çizgileriyle çizgi roman olarak 13 Mart'ya yayınlanacak. İletişim Yayınları'nın yayına hazırladığı çizgi roman için İlban Ertem beş sene çalıştı.
Ertem, çizgi romanı nasıl hazırladığını kitap için özel hazırlanan www.puslukitalaratlasi.com sitesinde şöyle anlatıyor:
“Puslu Kıtalar Atlası’nı ilk çıktığında okumuş ve çok sevmiştim, on iki sene sonra kitabı tekrar elime aldığımda ilk defa okuyormuşum gibi kaptırıp bir kez daha bitirdim. Büyüsü hâlâ aynı büyüydü... Görsel yanı çok kuvvetliydi, mizah dozu tam yerindeydi. Ne yaptığımın farkına varmadan (ne yapmağa kalkıştığımın farkına varsam yapar mıydım bilemiyorum) öylesine bir kaç eskiz çizdim, kitap kımıldamaya başladı, daha da hoşuma gitti.
Romandan planlar çizmeye başladıkça kendimi kitabın içinde dolanır buldum.
Okuduğumda aklıma düşen görüntüler kağıda yansımaya başladıkça işler ciddileşti.
Resimli romanı on iki yıl önce, yirmi yıl aralıksız çizmenin getirdiği bir usanmayla bırakmıştım... (Gırgır, Fırt, Hıbır, Joker, Resimli Roman...)
Artık resim, illüstrasyon, küçük heykeller yapıyordum, rahatım iyiydi ama bir baktım ki yatıyorum, kalkıyorum kafamda kitaptan kokular, sahneler, fısıltılar var...
Baktım olmayacak; kitabın üzerinde ufak ufak çalışmaya başladım... Gidip İhsan Oktay Anar’la tanıştım, ne yapmak istediğimi anlattım, desturunu aldım. Eve döndüğümde masamın üzerinde çizilmeyi bekleyen okyanus büyüklüğünde bir roman vardı. Dehşet verici ama bir o kadar da keyifliydi.
Romanı bire bir uyarladım, ne kısaltmaya ne de tekrardan yazmaya içim elverdi. Ben onu okuduğum haliyle çok beğenmiştim aynen o şekilde de uyguladım. Üstelik İhsan Oktay da romanının değişmesini istemiyordu benim de öyle bir niyetim yoktu.
Yaklaşık üç yüz sayfa, iki bin kadar tek resim demekti ve renkli olacaktı. O zamanki hesabımla dört sene diye düşünmüştüm beşi biraz geçti. (araya iki göz ameliyatı girdi...) Çizerken çok eğlendim... Bitti diye içim burkuldu doğrusu...
Önce hikâyeyi yazarım, bir sürü not alırım, bu aşamada gerekiyorsa araştırma yaparım. Karakter, mekân eskizleri karalarım, sonra storyboard ve diyaloglar ardından orijinal çizime başlarım. Hikâyeye hâkim olabilmek için bence bu sıralama olmazsa olmazdır. Tek püf noktası bunu yazdım, şöyle planladım illa öyle olacak dememek. Esnek olmak gerekiyor, hikâyenin kendi akışını takip edebilmek çok önemli. Planlanandan farklı da gelişebilir kimi zaman... Çizerken en önem verdiğim şey çizdiğim her şeyin nefes alıp verebilmesidir, duruşuyla bile bir şeyler aktarabilmesidir. Bu bir saksı da olsa fark etmez.
Bence resimli roman da çizgi anlatımın hizmetindedir.
Seksenli yıllarda resimli romana sil baştan ederek yeniden giriştiğimde aklımda şu vardı: ışığını, kamera açılarını, dekorunu, kostümünü, hikâye anlayışını, benim hayata neresinden durup baktığımı, her şeyi yeniden ele almalıydım. Sinematografisini, dramaturjisini ince ince işlemek istiyordum resimli romanın... Var olan şekli beni tatmin etmiyordu...
Kısacası resimli romanı sinema gibi düşünmeye başladım. Aralarındaki fark; birinde yüzlerce kişi çalışıyor diğerini tek başına (ya da yazarı çizeri ayrı en fazla iki kişi) çizerek anlatıyorsun. Bence öncelikleri ve sistematiği hemen hemen aynı, en önemli fark tabii zaman. Sinemanın zamanıyla, resimli romanın zaman anlayışı farklı... Hayatımda ilk defa bir romanı çizgi romana uyarladım. Roman, çizgi romana dönüşürken kaç sayfa olacak bilmiyordum ama eş gittiler... Sinema yapsaydık herhalde üç saatten aşağı kurtarmazdı, gerçi çizgisi de üç yüz sayfa tuttu o ayrı...
Romanın geçtiği zamana ait yazılı malzeme bol olmasa bile vardı, esas dert görsel malzemeydi... Gravürlere güvenmiştim. İnceledikçe yarısından çoğunun uydurma olduğunu fark ettim. Çoğu çizdiği yeri ya hiç görmemiş ya da oraya gidip gelenin tarifine göre yapmıştı. Artık tarifi yapan ne kadar anlatabildiyse... Minyatürler ise, saraya yakın bir hayatı anlatıyorlardı... Ahali yoktu diyebilirim... Minyatürün dışında ressam yok, resim yok. Zaman o zaman...
Hazreti internet derdimi çözdü... Olmasa ne yapardım bilmiyorum... Bizim günlük hayatımızla ilgili gerçek görsel malzeme asıl oradan çıktı... Usturlaptan tutun da kıyafetlere kadar... Tabi yabancı sitelerde... Bizde aradığımızda; hele kıyafet ararken en çok sünnet çocuklarına padişah kıyafetleri çıkıyordu karşıma...
...Babadan kalma kurşun kalem, tükenmez (vazgeçilmezim) ve keçe uçlu kalem, romanın siyah beyaz orjinallerinin malzemeleriydi... Renklendirmeyi, çizim tableti ve bilgisayarla iki ayrı resim programını kullanarak yaptım... İlk aklıma gelen malzeme suluboya idi (bu sayfalarda kullandığım eskizlerin çoğu öyle)... Ama suluboyanın geri dönüşü yoktur adamın ceketinin rengi yanlış olduysa çaresiz çöpe gider... Bilgisayarda bu dert yok seçip değiştiriveriyorsun. Hatta istersen tüm renkleri değiştirebiliyorsun (Bunun kıymetini anlayabilmek için benim yaşımda bir çizer olmak lazım... Bir hata mı oldu; kırt kırt kazı, kes, biç yeniden çiz aah ah ne günlerdi...)
Çok rahat ettim... Aslında illüstrasyonlarda on, on iki senedir denediğim bir şeydi; bilgisayarda suluboyayı, yağlı pasteli, yağlı boyayı karışık kullanıyordum, nimetlerinin farkındaydım... Bu romanda ise vazgeçilmezim oldu... Eh işte benden bu kadar... Her ne kadar sürç-ü çizgi ettikse affola.”
İLBAN ERTEM KİMDİR?
1950’de Boğaz’ın kıyısında bir köyde doğdu ve hep denizin üzerinde, içinde ve kıyısında yaşamaya devam etti. Resim yapmaya ve kürek çekmeye çocukluk yaşlarında başladı. 1970’lerin başında bir süre yurtdışında yaşadı. 1973’te Türkiye’ye döndükten sonra 1990’lara kadar Gırgır’da ve Fırt’ta resimli romanlar çizdi; Avni ve Joker dergilerinde resimli romanları yayımlandı. Vicdan (İletişim Yayınları, 1991) ve Üniversiteli Mahmut (İletişim Yayınları, 1993) yayımlanmış kitaplarıdır. Puslu Kıtalar Atlası resim ve illüstrasyon tutkusundan vazgeçmeyen Ertem'in en son yayımlanan resimli romanıdır.