Özlem Albayrak günün yazarı....
Çözüm alternatifine gelince… Hedef hem muhafaza etmek ve hem de değişimi yakalamak olmalı… Tebrikler Özlem Albayrak… “Günün Yazarı” sensin…
Osmanlı “muhafazakâr”dı…
Ama…
Osmanlı’nın muhafazakârlığı hep “Yeni” muhafazakârlık olmuştur…
Bilhassa yükseliş yıllarında sahip olduğu liderler (Padişahlar ve diğer ulema.) gerçekten de muhteşemdiler…
Hem geçmişten gelen değerleri muhafaza ediyorlardı…
Hem de gelecek bilinci konusunda “çağın hakimi” olma sıfatına sahiptiler…
Osmanlı’yı Osmanlı yapan da, işte bu; padişahların hem muhafaza, hem de değişim kabiliyetleriydi…
Ama…
Asla sadece biri değil…
İkisi de…
Sözü, Özlem Albayrak’ın bugünkü Yeni Şafak’ta “Acıda birleşmek, terörü bitirmek” başlığı altında yayımlanan yazısına getireceğiz…
Bakın yazısının bir yerinde ne diyor Albayrak?..
Tekraren, PKK artık haklarını koruduğunu iddia ettiği kitle tarafından bile meşru görülmeyen bir örgüttür ve yukarıda da değindiğim gibi birtakım küresellerle çıkar ilişkisi de ortadadır. Ama bunu bilmek ve söylemek, maalesef insanlarımızı korumaya ve kurtarmaya yetmiyor. Güvenlik politikaları da canlı bomba eylemlerini tespit etme ve önlemede görüldüğü üzere yetersiz kalıyor.
Soru ise şu: O halde çözüm ne? Çözüm, sanırım PKK terör örgütünün tasmasını tutan ve hepimizin kimler olduğunu pekala bildiği o ellerle, ya tüm kartları masaya koyarak hesaplaşmayı ya da karşılıklı çıkar stratejilerini kullanarak uzlaşmayı gerektiriyor. Bu beladan kurtulmak için üçüncü bir seçenek olduğunu sanmıyorum.
Evet…
Bunları yazıyor Albayrak…
Çözüm alternatifine gelince…
Hedef hem muhafaza etmek ve hem de değişimi yakalamak olmalı…
Onun yolu ise çatışmadan değil; uzlaşmadan geçiyor…
Tebrikler Özlem Albayrak…
“Günün Yazarı” sensin…
ACIDA BİRLEŞMEK, TERÖRÜ BİTİRMEK
Özlem ALBAYRAK / Yeni Şafak /14.12.2016 Çarşamba
Zarifoğlu, “ne çok acı var” cümlesiyle başlamıştı, sonradan “Yaşamak” adıyla kitaplaştırılacak günlüğüne. O'ndan ödünç kelimeler alarak başlamak isterim ben de bu yazıya: “Ne çok acı var…”. “Ruhumuz dar bir şeridin içinden sızılarla geçiyor…”.
Çünkü, hala çok acı var. Üstelik, bana öyle geliyor ki, o zamandan bu yana o acılar hiç azalmadı ama arttı, katmerlendi, koyulaştı. Türkiye, uzun bir süredir bir acı tünelinin içinden geçiyor. Her bir adımda, her harekette, her yol alışta bir başka acıyla yüz yüze geliyor. Geride bıraktığımız Gezi Parkı ayaklanması da, FETÖ'cü 17/25 Aralık süreci de, darbe denemesi de, ramak kalınmış ekonomik kriz de, Suriye'de 5 yıldır yaşanan savaş da, Rusya-Esed-İran üçlüsünün masumlara uyguladığı sekteryan vahşet de toplumun kahir ekseriyetinin hassas olduğu ve ama o yolla ama bu yolla tepki gösterdiği olaylar/durumlardı.
Ama bunlar içinde en şiddetlisi hep asker ya da polis gencecik insanlarımızı, tek kabahati yanlış yerde yanlış zamanda bulunmak olan sivilleri kaybettiğimiz terör eylemleri oldu. Hala öyle, maruz kaldığımız her bir terör eylemi, toplumun çoğu için, o ateş kendi evine düşmemiş olsa bile saf acının tadımı gibi… Üstelik terör, giderek daha sık vuku bulmaya; canlı bombalar giderek daha çok sayıda canımızın aramızdan ayrılmasına sebep olmaya başladı. Ama her seferinde acı toplumda neredeyse ortaklaştı, bir nevi kamusallaştı.
Son olarak Cumartesi günü Vodafone Arena stadının önünde patlayan ve 44 insanımızı hayattan koparan terör eylemi de, yine bu ülkede yaşayan çoğunluğun kalbine derin bir keder saldı, tüm Türkiye'yi isyan ettirdi. Bakmayın, sosyal medyada çıkıntılık yapmaya, güya muhaliflik oynamaya kalkışan ve rezil olup oturduğuyla kalanlara… Türkiye acıda ortaklaştı. Acı kamusallaştı.
Elbette bu ifadeleri “kanıksamak” bağlamında kullanmıyorum, bu mümkün değil. Bu durumun bir “teselli” olma ihtimali de imkan dahilinde değil, zira ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor artık, düştüğü yerden çoğalarak halkalanarak genişliyor ve tüm Türkiye'ye sirayet ediyor… Terör eylemlerinin amacı, dehşet oluşturmak, panik yaratmak, halkı yılgınlığa ve bezginliğe düşürmek, ortak psikolojiyi yıkıma uğratmaktır. Uzun süredir kimsenin yılgınlığa düşmediği, panik olmadığı, sadece ağırbaşlı bir kederde birleştiği göz önüne alındığında terör örgütü PKK, amacına tam olarak, sahiden ulaşıyor mu, pek sanmıyorum doğrusu…
Öte yandan, içinde bulunduğumuz şartlarda terörün nasıl çözüleceği meselesi var. Doğrudur, sürekli tekrarlandığı gibi terör örgütleri küresel egemen güçlerin maşasıdır. Bir ülkeyle görülmek istenen hesap genellikle terör örgütleri kullanılarak dürülür. Doğrudur, PKK da, yerli dinamiklerle ortaya çıkmış bir yapı olmasına rağmen gelinen noktada artık açık biçimde Atlantik ötesinin bir manivelasıdır; örgütün üyeleri Avrupa Birliği sınırları içerisinde neredeyse açık biçimde taltif edilmektedir.
Doğrudur PKK'nın artık içinden çıktığı Güneydoğu'daki Kürtler nezdinde bile meşruluğu tartışmalıdır. Nitekim kırmızı ışıkta beklediği anda teröristlerin bombalı aracı patlatması sonucu hayatını kaybeden Diyarbakırlı şoför Velat Demiroğlu'nun cenazesinde yükselen “biz kan istemiyoruz, bizi savunmasınlar, bizi öldürmesinler” ağıtları, ondan önce Selahattin Demirtaş'ın hendek operasyonlarına karşı yürüme çağrısı, O'nun ve diğer HDP'lilerin tutuklanması esnasında hiçbir protesto eyleminin yapılmaması, sözünü ettiğim durumu apaçık ortaya koyan birer gösterendi.
Tekraren, PKK artık haklarını koruduğunu iddia ettiği kitle tarafından bile meşru görülmeyen bir örgüttür ve yukarıda da değindiğim gibi birtakım küresellerle çıkar ilişkisi de ortadadır. Ama bunu bilmek ve söylemek, maalesef insanlarımızı korumaya ve kurtarmaya yetmiyor. Güvenlik politikaları da canlı bomba eylemlerini tespit etme ve önlemede görüldüğü üzere yetersiz kalıyor.
Soru ise şu: O halde çözüm ne? Çözüm, sanırım PKK terör örgütünün tasmasını tutan ve hepimizin kimler olduğunu pekala bildiği o ellerle, ya tüm kartları masaya koyarak hesaplaşmayı ya da karşılıklı çıkar stratejilerini kullanarak uzlaşmayı gerektiriyor. Bu beladan kurtulmak için üçüncü bir seçenek olduğunu sanmıyorum.
Çok acı var sahiden, kaybettiğimiz her bir can, hepimizin kalbini kanatıyor, yakıyor, viran ediyor. Milletimizin başı sağ olsun...