O'na 'Kralların Kralı' diyorlar..
Bu, kral veya devlet başkanının gözlerinin içine bakarken “Ene Lütfi – Ben Lütfi” diyen gazeteci kim mi?..
ADNAN BERK OKAN
Onun için “Kralların Kralı” diyorlar…
Ve yine onun için dünyada “Krallarla ve devlet başkanlarıyla arkadaş olan tek gazeteci” deniliyor…
Meselâ, Mısır devlet başkanı merhum Nasır tavla arkadaşıdır…
Son yıllarda televizyon ekranlarında “Ortadoğu uzmanı” diye tanıtılıp fikri sorulanları dinledikten sonra onun için, onu tanımlayabilecek değerde bir uzmanlık sıfatı ve derecesi ise bulamıyorum…
Ortadoğu ülkelerinden birinin kralı ya da devlet başkanı ile tanıştığında elini uzatıp, bedenini tamamen dik duruma getirişi ve muhatabının gözlerinin içine kararlı bir gülümseyişle bakarken “Ene Lütfi” deyişi ise onunla o anda bulunmak şansını yaşayan diğer gazetecilerin en heyecanlı anlattıkları bölümdür…
Neden mi?..
Çünkü o eli uzatan ve “Ene Lütfi” diyen kişi krallara, devlet başkanlarına vücut diliyle “Eşit konumda olduğumuzu aklından çıkarma” demektedir de ondan…
Bu, kral veya devlet başkanının gözlerinin içine bakarken “Ene Lütfi – Ben Lütfi” diyen gazeteci kim mi?..
Tanıyanlar hemen anladılar ama ben yeni kuşak için vereyim adını: Lütfü Akdoğan…
Karım tarafından eniştem oluşu ise benim ayrıca övünç kaynağımdır…
Meslek hayatı boyunca ondan fazla savaş, yirmiden çok ihtilâli bizzat o ülkelerde yaşamış bir gazetecinin hısımı olmanın ne demek olduğunu ancak o onuru yaşayanlar anlar…
Yani; ben ve benim gibi Akdoğan’la akraba ya da hısım olanlar anlar…
Tam sekiz kere...
“Gazeteci olarak bulunduğunuz savaşlarda ölümün kol gezdiği muhakkak… Peki siz hiç ölüm tehlikesi yaşadınız mı?” diye sorduğumda önce umurunda değilmiş gibi omuzlarını silkmiş, gözlerin göz bebeklerime sabitledikten sonra; “bir savaşta bir gazetecinin ölüm riski sivil halktan çok daha fazladır” dedikten sonra “tam sekiz kere ölümün kıyısından döndüm” diye devam etmişti…
Hele Suriyeli bir bakan ve şoförünün öldürüldüğü o kazada otomobilin içindeki yolculardan biri oluşu unutulur gibi değildir…
Ama…
İşte böylesine muhteşem bir gazeteciye ilk sorum şu oldu:
“Türkiye’de yapılan yeni dönem gazeteciliği için ne düşünüyorsunuz?”
Güldü…
Tanıyanlar onun böyle bir soru karşısında nasıl güldüğünü çok iyi bilirler…
Nasıl mı?..
Gözlerinin içiyle de güler böylesi durumlarda…
“Hangi durumlarda?” diye soranlar olduğunu duyar gibiyim…
Gazetecilikle ilgili sorularda elbette…
Çünkü “gazetecilik” denildiğinde aklına gelen tek model kendi gazeteciliğidir…
Yok efendim…
Asla kibirli değil…
Gerçekçi…
Hayatını anlattığı “Krallar ve Başkanlarla 50 yıl” başlığı altında yayımlanan üç kitabı; son dönemlerde yakın tarihi bizzat yaşayan bir gazeteci olarak yazılmış “en başarılı” kitaptır…
Bilhassa Siyasal Bilgiler ve Uluslararası İlişkiler Üniversitelerinde (mutlaka) adına “Kürsü” açılmalı “ders kitabı” olarak okutulmalıdır…
Hiçbir kitap; bu ülkeyi yönetenleri ve yönetemeye talip olanları Akdoğan’ın adını verdiğim o üç kitabı kadar başarılı eğitemez…
36 yıl hapis cezası
Peki…
Gazeteciliği döneminde “devletin sınırlarında olan biteni açığa çıkardığı” suçlamasıyla tam “36 yıl hapis cezası talebiyle” yargılandığını biliyor musunuz?..
Evet, beraat etti sonunda ama bu, mesleği yüzünden hiç hapis yatmadığı anlamına gelmez…
Hem de defalarca girdi çıktı o küf kokulu koğuşlara…
Ve öyle bir haberdi ki yaptığı…
Sınırlarımızın nasıl da kevgire döndürüldüğünü gösteriyordu…
O kadar da değil tabii…
Daha o zamanlar; sınır kaçakçılığını önlemenin yolunun sınırlara mayın döşemekten değil, sınır ticaretinin serbest bırakılmasından geçtiğini yazabilecek kadar da ileri görüşlüydü…
Ne yazık ki onun henüz ellili yılların başında yaptığı bu “ticaret özgürlüğü” teklifi iki binli yıllarda ancak gerçekleştirilebildi…
Neyse…
Amacım Lütfü Akdoğan’a övgü düzmek değil ama bütün bunların yeni kuşaklar tarafından da bilinmesini istiyorum…
Menderes iyi bir devlet adamı değildi…
Akdoğan gibi bir usta ile neden devlet işlerini konuşmak istemedim biliyor musunuz?..
Çünkü biliyorum ki Akdoğan, cumhuriyet dönemi dâhil Türkiye’de devlet adamı yetiştirilmediğini düşünüyor…
Akdoğan’a göre Mustafa Kemal ve arkadaşları da Osmanlı döneminde yetişmiş, “Devlet Adamı” vasfı taşıyan son kuşak…
Peki; devlet adamı yetişmemesinin sebebi ne?..
“Devlet Adamı” olabilecek kalibrede nesil mi gelmedi?..
Akdoğan’a göre öyle bir nesil her zaman oldu…
Ama…
Devleti yönetenler, “devlet Adamı” olmadıkları için “Devlet Adamı” yetişmesine de imkân vermediler…
Kimileri diyecektir ki:
“Bir başbakan çapkın olduğu için asılır mı?”…
Tabii ki asılmaz…
Hatta cezaevine bile konulmaz…
Eğer varsa bir suçu onu halk sandıkta zaten cezalandırır…
Yani…
Lütfü Akdoğan, Menderes’in askeri darbe ile iktidardan düşürülmesine ve hele idam edilerek katledilmesine o günlerde de halen de en yüksek sesle itirazı olanlardan..
Nitekim 27 Mayıs ihtilâlinden sonra özgür yapılan ilk seçimlerde AP’den milletvekili seçilip meclise girmiş ve darbecilere karşı mücadele etmiştir…
Bugünküler çapulcu
“Bugünkü gazeteciler için ne diyeceksiniz?”
“Bakın, eski gazetecinin mürekkebi kanıdır, kalemi ise vicdanıdır… Bugünkü teknoloji gazeteciliğinde ne vicdan var ne de kan var… Günümüz gazeteciliğinin akıl ve vicdan eksikliği var…”
“Peki; Hükümetin gazetecilere karşı demokrat olduğunu düşünüyor musunuz?”
“Hiçbir hükümet, sadece bizde değil bütün gelişmiş ülkelerde de hiçbir hükümet muhalif gazetecilere karşı demokrat davranmaz.”
“Gazeteciliğe ne olarak başladınız?”
“Polis adliye muhabiri olarak… On yıl İstanbul’da polis adliye muhabirliği yaptım… Polis adliye muhabirliği yapmayan adamdan gazeteci olmaz…”
“Yapmayın efendim…”
“Evet, olmaz kardeşim… Polis adliye muhabiri, hem de iyi bir polis adliye muhabiri olmayan adamdan köşe yazarı olur mu?..”
“Neden?..”
“Haber demek polis ve adliyeden çıkar… Haber dediğin; cinayettir, kavgadır, yangındır, seldir, fırtınadır, hırsızlıktır, yaralamadır, gasptır, tecavüzdür, trafik kazasıdır, hatta çok tanınmış kişilerin boşanma davalarıdır falan…”
“Bugün o dedikleriniz yok mu?.. Ya da niçin yok?.”
“Bugün televizyon haberleri siyasi haberlerle başlıyor ve ilk yarım saatte hangi siyasi lider ne demiş onlar aktarılıyor sonra da vakit kalırsa biraz da polis adliye haberi… Yahu böyle habercilik olur mu?..”
“Ya gazeteler?”
“Gazetelerde özel haber var mı?..”
“Yok mu?..”
“Yok ya… Hepsi bir gün önce ajanslardan gelen haberleri veriyorlar. Tek fark manşetler... Bazen manşetleri bile aynı…”
"İnsan gazeteci olmaz, gazeteci doğar…”
“Bugün bırakın polis adliye muhabirliğini, eline fotoğraf makinesi almamış, bir tek gün haber peşinde koşmamış delikanlıları köşe yazarı yapıyorlar Beyefendi…”
“Başbakanı övme kabiliyeti yüksekse oluyor, başka türlüsü mümkün değil…”
“Polis adliye muhabiri olmasa ama çok okusa, çok bilgi sahibi olsa bir kardeşimiz iyi gazeteci olur mu?.”
“Olmaz… Çok okumakla, çok bilmekle iyi gazeteci olunmaz… İnsan gazeteci olmaz, gazeteci doğar…”
“Örnek verebilir misiniz?”
“Polis adliye muhabirliği yaptığım o günlerde çok okumuş, çok yüksek tahsilli arkadaşlar gelirdi bazen gazeteye de altı aydan fazla dayanamazlardı…”
“Neden?..”
“Gazetecilik kolay değildir de ondan… Herkesin bildiği haberle gazetecilik olmaz… Senden başka kimse bilmiyorsa, sadece sen yapacaksan haberi ve kamuoyunu da çok alâkadar eden bir haberse işte o zaman gazetecilik olu… Yoksa herkesin bildiği şeyleri biraz değiştirip, biraz da güzel bir üslûpla yazdın diye gazeteci olamazsın…”
“Sizin dönemin gazeteleri de sekiz sayfa bilemedin on iki sayfa falandı aklımda kaldığı kadarıyla”.
“Tabii ya… Birinci sayfalarda siyasete pek önem verilmezdi. Meselâ magazin hemen hiç yoktu. Hele çıplak kadın fotoğrafı asla giremezdi bizim dönemimizde gazetelere. Spor sayfaları da arkada bir sayfa ve bir de devam sayfası olurdu. Falan takım filan takımı yendi…”
“Yorum olmaz mıydı?”
“Eh, belki bir tane falan…”
“Sizden başka krallarla, devlet başkanlarıyla hem dostluk tesis edip ama hem de tamamen objektif haber yapan başka gazeteci oldu mu?”
“Ne benden önce ne de benden sonra krallarla ne de devlet başkanlarıyla benim tarzımda gazetecilik yapan kimse çıkmadı. Sadece Türkiye’de değil dünyada da çıkmadı. Televizyonlar yaygınlaştıktan sonra bazı gazeteciler devlet başkanlarıyla söyleşi yaptılar ama onlar da benim yaptığım tarzda değildi…”
“Nasır’la görüştükten sonra Türkiye’ye döndüğünüzde dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün sizinle görüştüğü ve hani o ünlü Johnson mektubuyla ilgili…….”
“Evet, o olay şöyle oldu. Ben Orta Doğu’daki ülkelerin devlet başkanları ve krallarıyla görüştükten sonra Türkiye’ye döndüğümde İsmet Paşa benimle görüşmek istedi. Çünkü o sırada benim yaptığım görüşmelere ilişkin haberler gazetede yayımlanıyordu. Ona, devlet başkanlarıyla yaptığım görüşmeleri ve bilhassa da Nasır’ın söylediklerini aktardım. Nasır kendini bütün Müslüman ülkelerin lideri olarak görüyor ve öyle gösteriyordu. Tabii en çok da Amerika’ya güveniyordu ve o günlerde Johnson İsmet paşa’ya ağır bir mektup göndermişti. Nasır da o ağır mektuba güvenerek Türkiye’ye kafa tutuyordu. İsmet paşa beni bir saat kadar dinledikten sonra bakanlar kurulunu topladı, öğleden sonra da bir açıklama yaptı ve ‘Orta Doğu’da yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır’ dedi”…
“O cümleyi size mal edenler de var…”
“Bana mal edilmese de benim anlattıklarımdan mülhem olduğu doğru…”
“İsmet Paşa o sözü ettikten sonra neler oldu?.”
“Dönemin genelkurmay başkanı Cevdet Sunay geliyor, İsmet Paşa’ya soruyor: ‘yaptığınız açıklama blöf mü yoksa ciddi mi?’.. İsmet Paşa’nın cevabı, ‘bekle gör’ oluyor…”
O gerçek bir devlet adamıydı...
“ ‘İsmet Paşa’ demişken; size göre Paşa iyi bir devlet adamı mıydı?”
“Bana göre, Osmanlı döneminde yetişmiş; cumhuriyeti kuran devlet adamları içinde belki de bir numara idi…”
“Mustafa Kemal’den de mi önce?....”
“Yani; bazı konularda Mustafa Kemal’den daha üstün vasıfları vardı.”
“Onun için bugün halen ‘diktatör’ diyenler var…”
“Memleketinde isyan çıkan her lider o isyanı bastırabilmek için diktatör olmak zorundadır…”
“Yani Esad haklı mı?..”
“Bizde birileri isyan çıkarsa ne yapacağız?.. Başbakan, ‘buyurun hoş geldiniz… Ben gidiyorum memleketi siz yönetin’ mi diyecek?..”
“Herhalde öyle diyecek ki Suriyeli isyancılara karşı diktatörlük yapan Esad’a çok kızıyor…”
“………”
“İsmet paşa diktatör müydü?’ diye sordum cevap vermediniz”…
“Yahu adam 1950 seçimlerinde iktidarı demokratlara bırakmadı mı?.. Diktatör olsa seçimle gelmiş rakip partiye memleket yönetimini bırakır da muhalefete çekilir miydi?..”
“Bir de, 14 Mayıs 1950 seçimlerini DP kazandığında generallerin İsmet Paşa’ya gelip ‘seçimleri iptal edin’ dedikleri söylenir doğru mu?”
“Tabii doğru ama Albay Seyfi Kurtbek ve onunla birlikte hareket eden genç subaylar, generallerin o tekliflerine itiraz ettiler. Bayar’a ‘çık’, İnönü’ye ise ‘in’ dediler... İsmet paşa generalleri değil genç subayları dinledi. Generallere de ‘seçim yaptık, demokratlar kazandı; millet onları tercih etti’ dedi koltuğunu, Demokrat partiden seçilen Celal Bayar’a teslim etti…”
“Bugün bir gazetede köşeniz olsa nasıl bir yazı tekniği kullanırdınız?”
“Bugün gazetecilik yapsam, köşem olsa ciddi şeyler yazmak yerine gırgır yaparım…”
“Neden?..”
“Çünkü ve maalesef devlet yapımızda ve toplumumuzda ciddiye alınacak bir şey kalmadı… Çünkü… Ciddi bir gazetecilik için ciddi bir edebe, ciddi bir terbiyeye, ciddi bir ahlâka ihtiyaç var… Ama bugün bu sözünü ettiğim değerler hiçbir mana ifade etmiyor…”
“Bu konuya verebileceğiniz bir örnek var mı?”
“Geçenlerde Bakü’de idik… Otelin terasında oturuyorduk… Aşağıda otuz – kırk kadar genç, kızlı erkekli dans ediyorlardı. Kızlar başlarını dans ettikleri adamların omuzlarına koymuşlardı ve hoparlörden gelen şarkının sözlerinde bir genç kadın şöyle diyordu: ‘Paran varsa seninim paran yoksa başkasının’... E; şimdi, bu anlayış gazetecilikte de var, diğer bütün mesleklerde de… Daha ne bekleyebilirim ki?..”
“Yani sizce Türkiye’de gazetecilik bitti mi?”
“Henüz bitmemiş olabilir ama bu şekilde devam ederse bitecektir…”
“Son soru: Gazetecilerin tutuklanmalarına ve hatta yazdıkları nedeniyle mahkum olmaları için ne diyorsunuz?.”
“Hangi şartlar dâhilinde olursa olsun bir fikir adamının, bir gazetecinin cezaevine konulması ancak ayıplı demokrasilerde olur”.
“Teşekkürler…”
“Ben teşekkür ederim”…