ANALİZ

Öldü o öldüüü!..

Müslüman'ın Müslüman'a üç kuruşluk çıkar ve bir de iktidar için zulüm etmediği o günleri yani...

Öldü o öldüüü!..

ADNAN BERK OKAN

En iyisi mi; dün yayına giren yazıyı da kaldırayım...
Neden mi?..
Seçim yasaklarına girecek bir cümle, bir kelime vardır bakarsınız da sonra birileri başıma iş açmasınlar...
Ne günlere geldik yahu...
Şu kadar yıldır seçim günü yazısı yazarım, hiçbirinde bu sefer olduğu kadar çekinmedim "yanlış" yapmaktan...
Ortalık muhbir dolu...
Yüzünüze gülenler arkanızdan kuyu kazıyor...
Benjamin Franklin demişti sanırım...
"Komşunu sev elbette ama bahçe duvarını yıkıp aynı bahçeyi paylaşacak kadar değil"...
Ben o bahçe duvarlarını o kadar çok yıktım ki...
Ve çoğunda da altında kaldım...
Neyse...
51 yıl önceye döneyim...
Ne diyorlar ona bakiym;  hah buldum...
"Nostalji" yapayım...


1963
yılı Şubat ayıydı.

Evimizin bahçesindeki su saati donmuştu.
Dedeciğim (babacığımın babası) hasta haliyle ve o soğukta su saatini ısıtarak buzlanmayı çözmeye çalışırken kendisini üşütmüştü.

Doktor Yuda Magriso’nun eve geldiği; göğsünü, sırtını dinlediği gözümün önünden gitmiyor...

Ünlü İtalyan Aktör Toto’yu (Asıl adı o kadar uzundu ki onu akıldan tutmaktansa elli telefon numarasını beyin arşivinize kazımak daha kolay olurdu) andıran o sevimli Musevi şivesiyle nasıl da sitem ettiği de halen kulaklarımda...

“A be iki yozüm Şaban Efendi; hay s.çayim senin terkosuna da saatina da…”

Ya rahmetli dedeciğimin dominodan rakibi doktor Yuda’ya Kırcali şivesiyle ve zorlukla nefes alarak ettiği o tatlı küfürler?..

Neler mi?..

Yahu hangi Kırcali küfrü alenen yazılabilirdir ki dedeciğiminkileri yazabileyim?..

Her biri koyu kırmızı noktalı...

Hey Allah’ım ya rabbim, şimdi yine ağlayacağım…

Hâsılı, dedeciğimin damar sertliğine bir de azgın bir bronşit eklenmişti. Zaten zor nefes alırken artık neredeyse hiç nefes alamaz olmuştu...

Su saatinin tamirinden(!) bir hafta kadar sonra bir sabah saat dörde ya beş on dakika kala veya saat dördü beş on dakika geçe olmalı...

Hepimiz dedeciğimin başına toplanmıştık...

Emel halam (benden beş yaş büyük hala) bir bardak su istedi.

Halam mutfağa koştu...

Az sonra elinde bir bardak suyla odaya girdi...

Dedeciğim başının altındaki yastık demetinden (başı yüksekte olsun ve daha rahat nefes alabilsin diye başının altında beş altı tane yastık vardı) başını kaldırıp oturmaya çalıştı...

Kızının getirdiği suyu yarıya kadar içti...

Nefes almaya çalıştı...

Nefes yerine hırıltı geldi göğsünden...

Ve bu arada...

Üç veya dört kez içini çekti...

Sonra da...

Melekler gibi uçtu, gitti...


Evimiz bir anda karıştı....

Bağıranlar, çağıranlar, tepişenler, ağlayanlar…

Ellerini birbirine vurup “babacığım öldü” diyenler.

"Öldü o öldüüü”
diye üstünü başını parçalayanlar...

Ve dedeciğimin yanına bağdaş kurup sesli bir şekilde ve sarsıla sarsıla ağlayan canım babacığım...

Ben ise dedeciğimin başucunda öylece kala kalmıştım.

O an, ölümün soğuk yüzünü ilk kez görüşüm ve ölümle ilk tanışıklığımdı...

İşte o kahredici sahne zaten öbür taraf korkusuyla yetiştirilmekte olan benim dinle daha çok ilgilenmeme sebep oldu.

Beş vakit namaz kılmaya başladım...

Sabahları erkenden kalkıp Kırklar Camii’ne gidiyordum.

En güzeli; sabah camiye çok erken gidersem müezzinlik yapmak bana kalıyordu. Zaten sabahın köründe camide yedi sekiz kişi oluyorduk...

Hayatım boyunca tanıdığım en güzel sesli imam olan Bilâl Efendi keyif sahibiydi ve yeni evliydi...

Sabah erken kalakamazdı(!)...

Namazı müezzin Nevzat ağabey kıldırırdı...

Onun yerine (benden önce) müezzinliği cemaatten biri üstlenirdi...

Onlar da yaşlı mı yaşlıydı. Bırakın müezzinlik yapmayı, ağızlarını açmaya üşeniyorlardı sabahın köründe...

Belki de günümüzde gençlerin önünü tıkayan birçok yaşlıdan daha hoşgörülüydüler...

Ya da bana fırsat vermek istiyorlardı...

Çünkü...

İki rekât sünnet kılınır kılınmaz, camideki yaşlı amcaların başları bana çevriliyordu:

“Hadi sen oku” gibilerden...

Ben ikiletmeden başlıyordum...

Önce üç kulhuvallah okuyor, hemen ardından “Sübühane rabbike rabbil izzeti amma Yusuf’un a vesalamün alel mürselin. Velahmüdillahi rabbilalemin el fatiha” diyor, ayağa kalkıp “kameat” getirerek yedi sekiz kişilik cemaati imamın ardına dizilmeye davet ediyordum...

Ve sonra, imamın iki rekât farzı kıldırıp: “Esselamü aleyküm ve rahmetullah” diye başını her iki omzuna çevirip selâm vermesini takiben:

“Allahümme entesselamü veminkesselamü tebarek teyazelcelalü velikram” diye makamıyla söylüyordum. Son olarak da tespih dualarına geçiyordum.

En güzeli de her sabah namazı çıkışı, eğer müezzinliği ben yapmışsam, namazını camide kılan büyüklerim tarafından tebrik edilmekti...

O günleri öyle özlüyorum ki…

Müslüman'ın Müslüman'a üç kuruşluk çıkar ve bir de iktidar için zulüm etmediği o günleri yani...

[email protected] 


 
ÇOK OKUNANLAR