O zaman sen de öl sanatçı…
Çünkü ülkelerin gelişmişliği; sanatının ve sanatçılarının kalitesi ile ölçülürken şimdi gay-barların doluluğu, özgür sevişmelerin......
Koşmaktan, durup düşünmeye vakit mi bulamıyoruz ne?..
Sürekli bir kovalamaca…
Koşturmaca…
Yetişmece…
Yetiştirmece…
Durun yahu nereye böyle alelacele?...
Farkında mısınız bilmem…
Cinayetlerin peşinde koşmaktan sanatı unuttuk sanatı…
Bazen “sanatçılarımızı yazayım… Onları daha çok ön plâna çıkarayım” diyorum ama aklım başıma geldiğinde kendimi “almış başımı giderken” buluyorum…
Hoş, “Gerçek Sanatçı” diyebileceğimiz kaç kişi var şu güzelim ve yalnız ülkede o da ayrı bir dert ya neyse…
“Benim telefon senin telefonu döver, Perest’te bir acayiptik, Salomanje’de OK mi aabi” geyikleri, “dün gece izlediğim oyun ve oyuncular muhteşemdi” ya da, “Konserin bitmemesi için dua ettim ama ne yazık ki bitti” muhabbetlerini çoktan sildi süpürdü…
Ne gazetelerimiz, ne televizyonlarımız heykeltıraşlarımızı, ressamlarımızı, müzisyenlerimizi (bir kere daha tekrar edeyim: MÜZİSYENLERİMİZİ, sokak çalgıcılarını değil), aktörlerimizi, aktrislerimizi (bunları da tekrar edeyim: AKTÖRLERİMİZİ, AKTRİSLERİMİZİ, mankenden bozma, sokaktan kapmaları değil), tasarımcılarımızı gündeme taşıyorlar…
Gerçek tiyatrocu, dizi filmlerde rol almazsa evine ekmek parası götüremiyor…
O da; ya yaşı geçtiği ya da pek güzel veya yakışıklı olmadığı için sıra rollerden birinde oynamayı kabul etmesi şartıyla…
Rol kesen güzel ve yakışıklılar parsayı toplarken, gerçekten rol yapan yaşlı ya da güzel veya yakışıklı olmayanlar o üç kuruş ücretlerini bile alamıyorlar…
Ve bu durum medya tarafından “olağan” karşılanıyor…
Haklılar da...
Çünkü ülkelerin gelişmişliği; sanatının ve sanatçılarının kalitesi ile ölçülürken şimdi gay-barların doluluğu, özgür sevişmelerin (ne demekse) görmezden gelindiği kulüplerin bolluğu ile ölçülmüyor mu?..
Karkasında oynak bir ritim olan, birkaç sıra uyduruk da söz yazılan beş notalık şeylere “beste” demiyorlar mı?..
Yapan da söyleyen de acayip para kazanmıyor mu?..
Diğer yanda gerçek şiirleri besteleyenlerin adını, sanını bilen yok, ne gam!..
Geçenlerde eşimle birlikte “Tual” alabilmek için üç Ege kasabası gezdik ama ancak İzmir’de bulabildik…
Mekân sahipleri ise “Tual var mı?” diye sorduğumuzda, “Alan yok satanı bilmem ne yapayım” gibi bakıyorlar yüzümüze…
Kısacası…
Bağımsızlığını ruhunun yaratıcılığından alan sanatçı ya sermayenin emrine girerek ona hizmet edecek… Ya da yok olup gidecek…
Ve bizler…
İnsanoğlu çığlık çığlığa el çırpacağız:
Yaşasın gelişme…
Yaşasın bilim…
Yaşasın teknoloji…
Sahiden yaşasın mı?..
O zaman sen de “öl” sanat ve sanatçı…
Not: Biliyorum ki çok az okunacak bir yazı yazdım...
Oysa bir sözde sanatçıya sataşsaydım ya da onu övseydim bazı arkadaşlar gibi “tıklanma” rekoru kırardım…
Neyse…
Yarın yine gerçek gündem(!)e dönerim, merak etmeyin…
Değişen değerler…
Zengin değiliz ama evimizde piyano ve gitarımız var…
Karı koca kimi gösterişli mobilyalar yerine biz onları tercih ettik…
Yanış anlamayın…
Ne ben profesyonel müzisyenim ne de eşim ve çocuklarımız…
Hatta eşim sadece iyi bir dinleyicidir (ama çok iyi bir amatör ressamdır… Stilisttir, modelisttir…)
Piyanom ile yarım saat sohbet, benim bütün dertlerimi, sıkıntılarımı, yorgunluklarımı alır gider…
Klavyenin üstünden saatlerce ayrılmayan parmaklarım piyanomun tuşlarıyla buluştuğunda, özlediği sevgilisine kavuşmuş gibi huzur bulur…
Neden mi anlattım bunları?…
Günah çıkartmak için…
Çünkü bazen, bedenimin değil ama ruhumun yorgunluğunu piyanomun tuşları bile gideremiyor…
İşim gereği gazeteleri okumak, televizyon haber programlarını izlemek ve çapsız, sığ, kavgacı, sürekli muhatabının sözünü kesen tipleri görmek (ve izlemeye mecbur kalmak) yüreğimi acıtıyor…
Ben de zaman zaman birilerinin yüreğini acıtıyorum elbette ama...
Hani diyorlar ya “empati”…
Lütfen benim için de biraz “empati”…
Adnan Berk Okan