Nihal Bengisu Karaca'nın ağlatan makalesi...
"Oğlumun parçalanmayan tek yeri sadece yüzüydü. Ben bunu hiçbir Kürt ve Türk annesinin yaşamasını istemem, ben de artık barış gelsin isterim".
ADNAN BERK OKAN
Nihal Bengisu Karaca’nın dünkü Gazete HT’de başlığı altında yayımlanan makalesi beni çok etkiledi.
Birincisi; Nihal her zaman olduğu gibi yine çok dürüsttü…
İkincisi; bazı Akil İnsanların dedikleri gibi pek de güllük gülistanlık değildi her şey…
Evet…
Yüreği yanık şehit anası da barış istiyordu; oğlunu dağdaki eşkıyaya kaptırmış Kürt anası da…
Kahramanmaraş’ta Ayşe Kılçık isimli şehit annesi "Bak yavrum" diyordu Nihal’e "Oğlumun parçalanmayan tek yeri sadece yüzüydü. Ben bunu hiçbir Kürt ve Türk annesinin yaşamasını istemem, ben de artık barış gelsin isterim".
Nihal soruyordu:
"Peki neye itiraz ediyorsun?"
Şehit anası; barış için kalan ömrünü vermeye hazır şehit anası şöyle diyordu:
"Ben şimdi bu sınır dışına çekilen adamlara güvenmiyorum. Onların güçlenip geri geleceğinden korkuyorum. Çünkü onlar durmayacak"…
Nihal yumuşacık ses tonuyla şehit annesini ikna etmekten öte; düşüncelerini ve yaralı yüreğini iyice açması için;
"Geri gelirler, yine silah sıkarlarsa devlet yine savaşır, ama bak, kanın durması için bir şans belirdi, bu şansı kullanmayalım mı?" diyordu bu defa da…
Şehit anası, Nihal’in bu “çok haklı” sorusuna, binlerce şehit anası gibi aynı “çok haklı” cevabı veriyordu:
"Abdullah Öcalan serbest bırakılırsa ben ölürüm, bütün şehit anneleri ölür, Başbakan bunu bilsin…"
Ve hemen arkasından Başbakan’a mesaj gönderiyordu:
"Ben Başbakan'a oy verdim. Biz ona güvenmişiz. Bizi çağırsın. İkna edilecek biri varsa o benim, biziz. Bizi karşısına alsın ve anlatsın. Bizi dış kapıya itmesin. Bize önem versin..."
Ey dostlar!..
Biliyorum…
Akil İnsanlar ve onlara kayıtsız şartsız destek veren tuzu kurular içinde o yüreği yanık şehit anası için “barış düşmanı, savaş heveslisi” diyenler olacaktır…
Ama demesinler…
Demesinler çünkü derlerse kalıcı barışın altına dinamit koyarlar…
Çünkü barış iki taraf arasında yapılan bir tür mutabakattır…
O mutabakat da ancak tarafların karşılıklı taviz vermeleriyle sağlanır…
Asıl olan bu taviz alıp vermelerde adalet ölçüsüdür…
Tavizlerde taraflardan birinin “ütüldüm” duygusuna kapılmamasıdır…
Tavizi veren vermesi gerektiği kadar; alan “hak ettiği” kadar almalıdır…
Ne veren hasis olmalı verirken, ne alan fazlasını istemeli…
Eğer barış tek tarafın dayatması şeklinde olur, diğer taraf sadece her şeyi kabul etmesi gereken olarak algılanıra barış olmaz…
Eğer barışta bütün fedakârlık sadece tek taraftan istenir, öbür tarafa “doğal mağdur” gözüyle bakılırsa barış olmaz…
Bilhassa Akil insanların yapmaları gereken; o gün o şehit anası karşısındaki “Nihal” olmaktır…
Yani; dinlemek, anlamak; taleplerini Başbakan’a yazacağını söylemektir…
Yani; Nihal’in dediği gibi; heyetin "Öcalan'ın ikna timleri" olmadığına o anaları inandırmaktır…
Ve o şehit anasından tıpkı Nihal’in alnına konan o kocaman öpücüğün aynısını hak etmektir…
Yani; “Öcalan’a bebek katili denmesin, ayıp oluyor” demek değildir…
Kürtler de unutmamalı...
Bu, madalyonun bir yüzü…
Bir de, ceberut devletimizin Kürk yurttaşlarımıza yıllar önceden başlayarak çektirdiği çileler var…
Zulüm var…
İşkence var…
Evlerini, ocaklarını yakma; sürgün etme, bok yedirme…
Ve hatta katliamlar var…
Murat Suyu’nun kan rengi aktığı günler var…
Ve daha birkaç gün önce Dersim dağlarının mağaralarında bulunan çoluk çocuğun iskeletleri var…
Peki onları unutacak mıyız?..
Asla…
Asla unutmayacağız ama bir şeyi daha unutmayacağız…
Bütün o vahşetin sorumlusunun Türk yurttaşlar olmadığını…
Aslı sorumlunun devlet olduğunu…
Özrü de karşılıklı olarak halkların birbirlerinden değil; devletin halklardan dilemesi gerektiğini…
İşte şimdi o özrü dilemeye hazır bir devlet olduğunu…
Hiç gocunmadan; elini değil gövdesini taşın altına sokacağını söyleyen; gerektiğinde baldıran zehri içeceğine söz veren devlet olduğunu…
Ey güzel insanlar!..
Önce Akil İnsanların hepsine, sonra bütün parlamentoya, sonra sivil toplum örgütlerine sonra biz medyaya ve sonra sanatçılara, en son da sade vatandaşlara düşen görev;
bu devletten sadece Kürtlerin değil; Türklerin de, Çerkezlerin de, Lazların da, Arnavutların da, Musevilerin de, Rumların da, Ermenilerin de çok çektiğini “el ele verip” haykırmak…
Ama günümüz devletinin özrünü de kabul etmek…
Bunu yaparken de insanlardan acılarını unutmalarını değil; devleti affetmelerini istemek…
Çünkü milletçe devleti affedersek, birbirimizi affetmek çok daha kolay olur…
Evet…
Lütfen önce; bütün vatandaşlarından özür dileyen; milletimizin hak ettiği ileri demokrasiyi ve yargı bağımsızlığını, eşitliği tesis edeceğine halkı inandıran, her türlü kimliği kabulleneceğini taahhüt eden devleti affedelim…
Göreceksiniz ki işte o zaman barışın kalıcı olacağından kimsenin şüphesi olmayacak…
Bu arada; Nihal Bengisu Karaca’ya ayrıca teşekkür ediyor; barışın en az iki taraf arasında yapılacağını ve aynı zamanda tarafların rızasıyla olacağını çok güzel anlattığı için tebriklerimi sunuyorum…