Muhsin Kızılkaya kazandı
Ona kazandıran yazısı ise 20.09.2016 tarihli HaberTürk’te “Tarık Akan’ın vefatı dolayısıyla kişisel bir ‘Yol’ hikâyesi!” başlığı altında yayımlandı…
Bugünün kazananı Muhsin Kızılkaya…
Ona kazandıran yazısı ise 20.09.2016 tarihli HaberTürk’te “Tarık Akan’ın vefatı dolayısıyla kişisel bir ‘Yol’ hikâyesi!” başlığı altında yayımlandı…
Adından anlaşılacağı üzere Tarık Akan üzerine…
Güzelden öte bir yazı…
Sadece bir vefa değil aynı zamanda edebi bir örnek…
Bir demokrat aydın örneği de aynı zamanda…
Yazının tamamını aşağıya alıntıladık…
Okuyun lütfen…
TARIK AKAN’IN VEFATI DOLAYISIYLA KİŞİSEL BİR ‘YOL’ HİKÂYESİ!
Muhsin KIZILKAYA (20.09.2016 Salı)
1984 kışıydı. Sisle karışık kirli bir hava İstanbul’un iman tahtasına bir kâbus çökmüştü. Akşamüstüydü.
“Eylemci” diye çağırdığımız Zeki geldi, fısıldar gibi, “Haydi, bir yere gidiyoruz” dedi.
Ben “eylem” adamı değildim ki, Zeki beni nereye götürüyordu?
Acele acele Kadıköy vapur iskelesine doğru giderken sırrı verdi:
“Yol’u seyretmeye gidiyoruz!”
“Yol” mu?
Hiçbir şey sormadan bindik vapura.
***
Kozyatağı’nın arka mahallelerinden birinde, yanık kömüre yemek kokularının karıştığı bir apartmanın merdivenlerini tırmanarak üçüncü kattaki yoksul bir eve girdik. Evde bizi bekleyen 3 kişi daha vardı. Bir örgüt evine, büyük bir eylemin planlarını yapmak üzere giden tedirgin, ketum, ser verip sır vermemeye kasem etmiş birer militan gibiydik.
Evde 3 kişiden başka bana sanki yüz yaşındaymış gibi gelen, en çok da Yılmaz Güney’in “Baba” filminde rol verdiği kendi annesini hatırlatan yaşlı bir kadın var; ev sahibi Zeki’nin arkadaşının annesi... Ev sahibi delikanlı perdeleri tekrar kontrol etti, dışarıya hiçbir ışığın sızmadığına iyice emin olduktan sonra videoyu çalıştırdı.
Ve “Yol” başladı!
***
Biz 5 genç adam, bir de yüz yaşında bir kadın, hep birlikte “eyleme” geçtik!
Zaman, şaha kalkmış bir küheylanın sırtına atladı ve aniden şimşek hızına ulaştı. Zaman, o anki zamandan soyutlandı, beni alıp 37 ekran televizyonun içinden geçen film zamanına götürdü.
***
Bir yıl önce gelmiştim o coğrafyadan. İşkenceyle öldürülüp cesetleri Zap Suyu’na atılan arkadaşlarımın çığlıkları hâlâ kulaklarımdaydı.
Sınır boyunda şaha kalkmış atın, binicisiyle birlikte köye girdiği sahnede, Kirapêtê Xaço’nun sesinden gelen “ehmedo ronî”yi, o zaman jenerikte geçen adıyla Sebestiyan Herekol, yani Zülfü Livaneli’nin bulup oraya koyduğunu hiç sanmıyorum. O parçayı bulup oraya yerleştiren Yılmaz Güney’den başkası olamazdı.
O dağları, o ovaları, o mayınlı sınır boylarını düşündükçe, aklıma düştükçe o dağlar, kayalarıyla, börtü böceğiyle, vahşi hayvanlarıyla Kirapêtê Xaço’nun sesine eşlik etmeye hazır olduklarını bir Yılmaz Güney bilir, bir de o dağları yurt bilmiş olanlar... Oraya en uygun müzik odur, o anı ancak “besnayê” anlatabilir.
***
Artık oralardaydım. Anadilimden bana, ilk defa modern bir aletin vericisinden sesler, türküler ulaşıyordu. Zaman ve mekân yoktu.
Bingöl dağları karlıdır, Zînê tutsaktır, Zînê ölüme yazgılı... Filmi seslendiren amatör sürgünlerin sesi, hiçbir zaman Zînê ismindeki “e”nin üzerindeki şapkayı unutmaz.
Dağ dilini konuşuyor filmin dublajını yapan sürgünler bütün amatörlükleriyle. Fransa’ya kaçmış çocukluk arkadaşım Ahmet Zirek, Seyidali’ye, yani Tarık Akan’a ses verirken, beş sene sonra Fransa’dan ta Kozyatağı’na, kasvetli bir evde “Yol”u seyreden bana da sesini ulaştırdığını bilmiyordu. Seyidali’nin, “İnsanın aklı kendine düşman olur mu, benim aklım bana düşman” repliği, Ahmet’in sesinde, o günden beri, zor anlarımda hep rehberlik etti bana. Ve o günden sonra Diyarbakır’a her gidişimde, Halil Ergün’ü seslendiren bir başka amatör sürgünün sesinden “İşte Diyarbakır, yıllar sonra Diyarbakır! Karım, çocuklarım...” repliğini duydum.
Ve gerçekten de her Diyarbakır’a gidiş, yıllar sonra Diyarbakır gibiydi! Yaralıydı, canhıraş bir çığlıktı Diyarbakır!
Kozyatağı’ndaki o evde, trende Halil Ergün’ün Meral Orhonsay’la sevişmeye çalıştığı, sinemanın o en erotik, sinemanın o en acıklı sahnesinde, biz eylem koyan 5 genç çok utanmış, hiçbirimiz kafamızı kaldırıp yüz yaşındaki o ananın yüzüne bakamamıştık.
***
“Çocuklardık. Parlak yıldızlar” sanıyorduk kendimizi o zaman.
İstanbul’a yeni gelmiştim. Memleket hasreti çekiyordum. Odayı karartmıştık. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Babam da Seyidali gibi çaresiz kalışının hikâyesini anlatmıştı bana defalarca... Yapayalnız bir dağda, yaman bir kış günü, sınırın öte yakasında kar altında kalmış, katırının sırtındaki arpa çuvalını yere indirmiş, bir bıçak darbesiyle yırtmış çuvalı, katırın kafasını içine sokmuş, hayvanın altına sığınmış, kar yağmış yağmış, iki gün sonra köylüler bulduklarında, katırın sadece kulakları dışarıdaymış.
***
“Yol”u seyretmek, galiba kişisel tarihimin en son “eylemi” olarak kaldı.
Öyle böyle bir “eylem” değil ama...
***
Tarık Akan vefat ettiğinde arkasından “kem laf” eden birtakım merhametsizler ile pazar günkü anma töreninde cesedinin başında “ışıklı nutuklar” atan sinirli, öfkeli, güzel yaşlanmamış arkadaşlarını görünce, yazılan onca şeyi okuyunca, daha önce de bir yerlerde yazdığım bu kişisel “Yol” hikâyesini tekrarlamaktan başka bir şey yazmak gelmedi içimden.
Allah rahmet eylesin, hep nur içinde yatar inşallah!