Levent Kırca mı komik?.. Cem Yılmaz mı?..
Sırrı Süreyya Önder, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer tarzı yazabilen yeni kuşaklar arayıp bulacak...
ADNAN BERK OKAN
1961 Anayasasasından en çok Yeşilçam etkilendi...
Madden değil sadece...
Senaryo olarak da etkilendi...
Çünkü...
1965'e kadar çekilen filmlerin hemen hepsinde "patron" dediğimiz amcalar sevimli, şakadan anlar, hoşgörülü tiplerdi...
Ne; mahallenin fukara ama acayip yakışıklı oğlanına; güzeller güzeli, merhametli, mütevazı kızını vermek istemeyen patrona düşman olurdu halk kitleleri...
Ne de şımarık ve çok yakışıklı oğlunun, fakir ama dünyalar güzeli mahalleli kıza duyduğu büyük aşkı engellemeye çalışan patron tipine...
Çünkü...
Sinema seyircisi bilirdi ki babacan fabrikatör - patron önünde sonunda fakir genci seven evlâdının aşkına saygı gösterecektir ...
Hulûsi Kentmen'i, Vahi Öz'ü biz işte o "babacan patron" rolleriyle çok sevmiştik...
Benim kuşağım hatırlayacaktır:
1965 öncesi filmlerin son sahneleri zengin - fukara iki dünürün sarmaş - dolaş olmuş "sınıfsız toplum" görüntüleriyle biterdi...
Ve işte o mutlu sonlar; gençlerin "sınıf farkı gözetmeden" âşık olmalarına imkân verirdi...
İşt o filmlerdir ki dönemin gençlerinin "umutsuz aşk" yaşadıklarını (yaşayacaklarını) akıllarına bile getirmezlerdi...
Çünkü bütün fimler happy end biterdi...
Halk öyle bitmesini isterdi...
1961 Anayasası gerçekten de Batı Tipi demokrasilerde bile az bulunur bir "özgürlükler Anayasası" idi...
Ve...
27 Mayıs İhtilâline kadar solcular hapishanelerde çürütülmüşlerdi...
CHP tek parti ve DP sivil dikta dönemlerinin solcuları bile 1961 anayasasının özgürlükçü ruhuna kolay alışamadılar...
O nedenle anayasanın "özgürlükçü etkisi", kabulünden ancak 3 yıl sonra kendisini göstermeye başladı...
Ama bu sefer de huyumuz olduğu üzere "özgürlüklerin bokunu çıkarmakta" gecikmedik...
Solcu sanatçılarımız günümüz Zekeriya Öz'ü gibi "özgürlük sarhoşluğu"na yakalanınca işi abarttılar...
Bunda 1965 seçimlerinde 13 milletvekiliyle Meclise giren TİP'in (Türkiye İşçi parti) de rolü vardı tabii ki...
Ve...
1965'ten sonra çekilen Yeşilçam filmlerinde Hulusi Kentmen veya Vahi Öz tipi patronların yerini Ali Şen, Mümtaz Ener, Cahit Irgat gibi; acımasız, empati duygusundan yoksun patronlar aldı...
Onlar aşk - meşk anlamazlardı...
Yeni dönemin orta direk gençleri flört ederken, aynı dönemin patron çocukları "görücü usulü" ile evlenmeyi halen sürdürürlerdi...
Çünkü dönemin patronları evlâtlarını değil, sermayelerini evlendiriyorlardı...
Haliyle fakir bir genci seven kendi çocuklarına zerrece anlayış göstermez, gerektiğinde kendi çocukarını eşek sudan gelinceye kadar dövdürürlerdi...
Yani yeni patronlar da yeni emekçiler de Cem Karaca'nın şarkısında dediği gibi "işçisin sen işçi kal" raconuna uygun hareket ederlerdi...
Zira sol, halkı özel sektöre "düşman" etmeden mesafe alamayacağına inanmış veya inandırılmıştı...
Sola göre, beyinlere sınıf bilinci yerleştirilmeden, sınıflar arası çatışma çıkarılmadan "Komünist devrim" gerçekleştirilemezdi...
Atilla İlhan (merhum) TRT için yazdığı "8 Sütuna manşet" isimli dizi filmin bir yerinde gazeteciyi oynayan kahramanına, "her servetin altından lağım akar" dedirtiyordu...
Yani...
Devletin resmi kurumu TRT, Türk kamuoyuna kendi özel sektör işverenini "ahlâksız, faziletten uzak, acımasız, namussuz" gibi "kötü karakterli" olarak tanıtmakta sakınca görmüyordu...
Turgut Özal'ın Başbakan olmasıyla birlikte aslında çok şey değişmeye başladı...
Komedi zorlaştı...
Veya zorlaşmaya başladı...
Çünkü...
Yeni komedi anlayışında popülizm yoktu...
Özal, patronların başbakanıydı sözde ama en yakın arkadaşları eski solcu sanatçılardı...
Yazarlar, şairler, aktörler, aktrisler, gazetecilerdi...
Gerçi Özal'la başlayan sanat ve mizah anlayışı henüz varoşlara gitmemişti ama gitmesinin pek uzun sürmeyeceği de belliydi...
Özal'dan sonra gelen başbakanlar (Aktuna, Yılmaz, Demirel, Çiller, Erbakan, Ecevit) sevimli Tonton amcanın yolundan gitmeyince, Özal'ın sanatta yapmaya çalıştığı devrim biraz gecikti...
Başbakan Erdoğan da Özal'la başlayan o değişimi kaldığı yerden sürdürmekte kararlı olunca sanatçılarımızın büyük çoğunluğu 1965 sonrasının (ki o keskin değişimde 1961 anayasasının da rolü çoktu) "köhne, servet düşmanı sol" anlayışı terk edip "Liberal Sol"un daha özgürlükçü, daha gerçekçi ve "sınıfsız" modeline geçtiler...
Geçtiğimiz günlerde Levent Kırca'yı dinledim bir TV kanalında...
Ve yüreğim yandı...
İçim "cız" etti...
Ne döne döne ekrana getirilen eski sahnelerine gülebildim...
Ne de "espri" olduğunu zannettiği anlamsız cümlecikleri küçük bir tebessümün kıvrımını yerleştirebildi dudak uçlarıma...
Soğuk savaş döneminin sınıf ayrımcılığına takılıp kalmıştı...
Halen sınıflar arası çatışmadan medet umuyordu...
Halen Ortodoks bir popülizmin "komedi" olduğunu sanıyordu...
"Zengin - fakir" çelişkisinden mizah üretme histerisinden kurtaramamıştı kendini...
Neden mi?..
Çünkü...
Kırca halen 1965 sonrasının sineması veya tiyatrosunun arayışı içinde...
"Belden aşağı" esprinin artık nasıl da "şekil" değiştirdiğini görmüyor...
Türk kamuoyunun artık yeni bir Kemal Sunal'a bile tahammülü yokken o halen Sami Hazinses takılmakta ısrar ediyor...
Sınıfsal farklardan senaryo üretip insanları gülerken düşündürteceğini zannediyor...
Oysa her şey nasıl da hızlı değişiyor...
Cem Yılmaz'ın önce kendisini güldürdüğünün daha sonra seyircinin gülmesine uğraştığının bile farkında değil...
O muhteşem Yılmaz Erdoğan ise güldürmekten daha çok "düşündürmeyi" yeğliyor artık...
Bunu yaparken ekonomik sınıfsal ayrımdan önce, eğitim farkını ön plâna çıkarıyor...
Kırca'nın "Trafik polisine yakalanmış sarhoş sürücüsü" hiç kimseyi güldürmüyor artık...
Yılmaz Erdoğan'ın; öz ağabeyine kazık atan "mesleksiz kardeş" ve ekmek parası için ne iş olsa yapmaya razı "mesleksiz ağabey"i güldürürken düşündürtüyor izleyiciyi...
Oysa Levent Kırca işsiz, güçsüz, fakir fukaranın yaşadıklarından "mizah" çıkarmaya çalışırken o insanların mesleksiz olduklarına hiç değinmiyordu...
Şahan Gökbakar, Kemal Sunal'ın sevdirdiği kenar mahallenin saf ve mesleksiz delikanlısının yerine, "görgüsüz, zırt pırt gaz çıkaran, geğiren" İvedik'ini monte etti...
Ve çok da tuttu...
Ve ille de saydıklarımın en Komünist'i Sırrı Süreyya Önder...
Neydi o "Beynemilel" öyle?..
1965 yılından sonra 2 askeri darbe daha var ama sinemamızda Sırrı Süreyya çekinceye kadar bir başka "beynelmilel" yok...
O kadar ki; o güne kadar çekilen filmlerde, "kurtarılması için devrim yapılacak olan halk"ın içinde de "halkı kurtarmak için askeri darbe yapan subaylar"ın içinde de Enternasyonel'i bilen tek ALLAH KULU yok...
Hâsılı...
Levent Kırca tarzı "mizah" yok artık...
Varoşlar bile Başbakan Erdoğan'la ilgili yapılacak bir "Ski" lafazanlığına gülmez...
Gülemez...
Ama 15 yıl öncesinin TV izleyicisi dönemin başbakanı Çiller için yaptığı "Ski" edepsizliğine çok gülmüştü...
Çünkü...
O gün henüz Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Sırrı Süreyya Önder, Ata Demirer'i ve Şahan Gökbakar keşfedilmemişti...
Şimdi bir de Tolga Çevik geliyor ki; Levent Kırca onu izlediğinde de sanırım neler olup bittiğini bile anlayamıyordur...
Kim bilir?..
Belki de kendi kendine ve yakın arkadaşı Uğur Dündar'a soruyordur:
"Yahu bu adam komik mi şimdi?"...
Oysa öyle komik ki Tolga...
Ama Kırca anlayamıyor...
Demek istemem şu...
Levent Kırca kendisini üzmesin...
Onun dönemi geçti...
Yaş olarak değil...
Model olarak geçti...
Değişim başladığında sadece üretim, tüketim ve siyaset anlayışını değil, gülme anlayışını da etkiliyor...
Kırca iyi bir sanatçı olabilir...
Ama yeniden eski günlerini yaşamak istiyorsa, senaryolarını Sırrı Süreyya Önder, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer tarzı yazabilen yeni kuşaklar arayıp bulacak...
Birol Güven veya Gülse Bilsel'den ricacı olacak...
Ya da adlarını saydığım bu kardeşlerine gidip, "bana bir senaryo yazın" diyecek...
Aksi halde, emekliliğin tadını çıkarmaya başlayacak...
[email protected]
1961 Anayasasasından en çok Yeşilçam etkilendi...
Madden değil sadece...
Senaryo olarak da etkilendi...
Çünkü...
1965'e kadar çekilen filmlerin hemen hepsinde "patron" dediğimiz amcalar sevimli, şakadan anlar, hoşgörülü tiplerdi...
Ne; mahallenin fukara ama acayip yakışıklı oğlanına; güzeller güzeli, merhametli, mütevazı kızını vermek istemeyen patrona düşman olurdu halk kitleleri...
Ne de şımarık ve çok yakışıklı oğlunun, fakir ama dünyalar güzeli mahalleli kıza duyduğu büyük aşkı engellemeye çalışan patron tipine...
Çünkü...
Sinema seyircisi bilirdi ki babacan fabrikatör - patron önünde sonunda fakir genci seven evlâdının aşkına saygı gösterecektir ...
Hulûsi Kentmen'i, Vahi Öz'ü biz işte o "babacan patron" rolleriyle çok sevmiştik...
Benim kuşağım hatırlayacaktır:
1965 öncesi filmlerin son sahneleri zengin - fukara iki dünürün sarmaş - dolaş olmuş "sınıfsız toplum" görüntüleriyle biterdi...
Ve işte o mutlu sonlar; gençlerin "sınıf farkı gözetmeden" âşık olmalarına imkân verirdi...
İşt o filmlerdir ki dönemin gençlerinin "umutsuz aşk" yaşadıklarını (yaşayacaklarını) akıllarına bile getirmezlerdi...
Çünkü bütün fimler happy end biterdi...
Halk öyle bitmesini isterdi...
1961 Anayasası gerçekten de Batı Tipi demokrasilerde bile az bulunur bir "özgürlükler Anayasası" idi...
Ve...
27 Mayıs İhtilâline kadar solcular hapishanelerde çürütülmüşlerdi...
CHP tek parti ve DP sivil dikta dönemlerinin solcuları bile 1961 anayasasının özgürlükçü ruhuna kolay alışamadılar...
O nedenle anayasanın "özgürlükçü etkisi", kabulünden ancak 3 yıl sonra kendisini göstermeye başladı...
Ama bu sefer de huyumuz olduğu üzere "özgürlüklerin bokunu çıkarmakta" gecikmedik...
Solcu sanatçılarımız günümüz Zekeriya Öz'ü gibi "özgürlük sarhoşluğu"na yakalanınca işi abarttılar...
Bunda 1965 seçimlerinde 13 milletvekiliyle Meclise giren TİP'in (Türkiye İşçi parti) de rolü vardı tabii ki...
Ve...
1965'ten sonra çekilen Yeşilçam filmlerinde Hulusi Kentmen veya Vahi Öz tipi patronların yerini Ali Şen, Mümtaz Ener, Cahit Irgat gibi; acımasız, empati duygusundan yoksun patronlar aldı...
Onlar aşk - meşk anlamazlardı...
Yeni dönemin orta direk gençleri flört ederken, aynı dönemin patron çocukları "görücü usulü" ile evlenmeyi halen sürdürürlerdi...
Çünkü dönemin patronları evlâtlarını değil, sermayelerini evlendiriyorlardı...
Haliyle fakir bir genci seven kendi çocuklarına zerrece anlayış göstermez, gerektiğinde kendi çocukarını eşek sudan gelinceye kadar dövdürürlerdi...
Yani yeni patronlar da yeni emekçiler de Cem Karaca'nın şarkısında dediği gibi "işçisin sen işçi kal" raconuna uygun hareket ederlerdi...
Zira sol, halkı özel sektöre "düşman" etmeden mesafe alamayacağına inanmış veya inandırılmıştı...
Sola göre, beyinlere sınıf bilinci yerleştirilmeden, sınıflar arası çatışma çıkarılmadan "Komünist devrim" gerçekleştirilemezdi...
Atilla İlhan (merhum) TRT için yazdığı "8 Sütuna manşet" isimli dizi filmin bir yerinde gazeteciyi oynayan kahramanına, "her servetin altından lağım akar" dedirtiyordu...
Yani...
Devletin resmi kurumu TRT, Türk kamuoyuna kendi özel sektör işverenini "ahlâksız, faziletten uzak, acımasız, namussuz" gibi "kötü karakterli" olarak tanıtmakta sakınca görmüyordu...
Turgut Özal'ın Başbakan olmasıyla birlikte aslında çok şey değişmeye başladı...
Komedi zorlaştı...
Veya zorlaşmaya başladı...
Çünkü...
Yeni komedi anlayışında popülizm yoktu...
Özal, patronların başbakanıydı sözde ama en yakın arkadaşları eski solcu sanatçılardı...
Yazarlar, şairler, aktörler, aktrisler, gazetecilerdi...
Gerçi Özal'la başlayan sanat ve mizah anlayışı henüz varoşlara gitmemişti ama gitmesinin pek uzun sürmeyeceği de belliydi...
Özal'dan sonra gelen başbakanlar (Aktuna, Yılmaz, Demirel, Çiller, Erbakan, Ecevit) sevimli Tonton amcanın yolundan gitmeyince, Özal'ın sanatta yapmaya çalıştığı devrim biraz gecikti...
Başbakan Erdoğan da Özal'la başlayan o değişimi kaldığı yerden sürdürmekte kararlı olunca sanatçılarımızın büyük çoğunluğu 1965 sonrasının (ki o keskin değişimde 1961 anayasasının da rolü çoktu) "köhne, servet düşmanı sol" anlayışı terk edip "Liberal Sol"un daha özgürlükçü, daha gerçekçi ve "sınıfsız" modeline geçtiler...
Geçtiğimiz günlerde Levent Kırca'yı dinledim bir TV kanalında...
Ve yüreğim yandı...
İçim "cız" etti...
Ne döne döne ekrana getirilen eski sahnelerine gülebildim...
Ne de "espri" olduğunu zannettiği anlamsız cümlecikleri küçük bir tebessümün kıvrımını yerleştirebildi dudak uçlarıma...
Soğuk savaş döneminin sınıf ayrımcılığına takılıp kalmıştı...
Halen sınıflar arası çatışmadan medet umuyordu...
Halen Ortodoks bir popülizmin "komedi" olduğunu sanıyordu...
"Zengin - fakir" çelişkisinden mizah üretme histerisinden kurtaramamıştı kendini...
Neden mi?..
Çünkü...
Kırca halen 1965 sonrasının sineması veya tiyatrosunun arayışı içinde...
"Belden aşağı" esprinin artık nasıl da "şekil" değiştirdiğini görmüyor...
Türk kamuoyunun artık yeni bir Kemal Sunal'a bile tahammülü yokken o halen Sami Hazinses takılmakta ısrar ediyor...
Sınıfsal farklardan senaryo üretip insanları gülerken düşündürteceğini zannediyor...
Oysa her şey nasıl da hızlı değişiyor...
Cem Yılmaz'ın önce kendisini güldürdüğünün daha sonra seyircinin gülmesine uğraştığının bile farkında değil...
O muhteşem Yılmaz Erdoğan ise güldürmekten daha çok "düşündürmeyi" yeğliyor artık...
Bunu yaparken ekonomik sınıfsal ayrımdan önce, eğitim farkını ön plâna çıkarıyor...
Kırca'nın "Trafik polisine yakalanmış sarhoş sürücüsü" hiç kimseyi güldürmüyor artık...
Yılmaz Erdoğan'ın; öz ağabeyine kazık atan "mesleksiz kardeş" ve ekmek parası için ne iş olsa yapmaya razı "mesleksiz ağabey"i güldürürken düşündürtüyor izleyiciyi...
Oysa Levent Kırca işsiz, güçsüz, fakir fukaranın yaşadıklarından "mizah" çıkarmaya çalışırken o insanların mesleksiz olduklarına hiç değinmiyordu...
Şahan Gökbakar, Kemal Sunal'ın sevdirdiği kenar mahallenin saf ve mesleksiz delikanlısının yerine, "görgüsüz, zırt pırt gaz çıkaran, geğiren" İvedik'ini monte etti...
Ve çok da tuttu...
Ve ille de saydıklarımın en Komünist'i Sırrı Süreyya Önder...
Neydi o "Beynemilel" öyle?..
1965 yılından sonra 2 askeri darbe daha var ama sinemamızda Sırrı Süreyya çekinceye kadar bir başka "beynelmilel" yok...
O kadar ki; o güne kadar çekilen filmlerde, "kurtarılması için devrim yapılacak olan halk"ın içinde de "halkı kurtarmak için askeri darbe yapan subaylar"ın içinde de Enternasyonel'i bilen tek ALLAH KULU yok...
Hâsılı...
Levent Kırca tarzı "mizah" yok artık...
Varoşlar bile Başbakan Erdoğan'la ilgili yapılacak bir "Ski" lafazanlığına gülmez...
Gülemez...
Ama 15 yıl öncesinin TV izleyicisi dönemin başbakanı Çiller için yaptığı "Ski" edepsizliğine çok gülmüştü...
Çünkü...
O gün henüz Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Sırrı Süreyya Önder, Ata Demirer'i ve Şahan Gökbakar keşfedilmemişti...
Şimdi bir de Tolga Çevik geliyor ki; Levent Kırca onu izlediğinde de sanırım neler olup bittiğini bile anlayamıyordur...
Kim bilir?..
Belki de kendi kendine ve yakın arkadaşı Uğur Dündar'a soruyordur:
"Yahu bu adam komik mi şimdi?"...
Oysa öyle komik ki Tolga...
Ama Kırca anlayamıyor...
Demek istemem şu...
Levent Kırca kendisini üzmesin...
Onun dönemi geçti...
Yaş olarak değil...
Model olarak geçti...
Değişim başladığında sadece üretim, tüketim ve siyaset anlayışını değil, gülme anlayışını da etkiliyor...
Kırca iyi bir sanatçı olabilir...
Ama yeniden eski günlerini yaşamak istiyorsa, senaryolarını Sırrı Süreyya Önder, Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer tarzı yazabilen yeni kuşaklar arayıp bulacak...
Birol Güven veya Gülse Bilsel'den ricacı olacak...
Ya da adlarını saydığım bu kardeşlerine gidip, "bana bir senaryo yazın" diyecek...
Aksi halde, emekliliğin tadını çıkarmaya başlayacak...
[email protected]