ANALİZ

'Kürtlerle Dans' bitti mi? Yeni mi başlıyor?..

“Tarihe ‘Şeyh Sait Ayaklanması’ diye geçen ama aslında Kurtuluş Savaşı sonrası bir tür hak arayışı olan özerklik talebi

'Kürtlerle Dans' bitti mi? Yeni mi başlıyor?..
ADNAN BERK OKAN

Bugün bu köşeyi Memduh Bayraktaroğlu'nun 2004 yılında yazmaya başladığı ve 2005 yılında yayımlanan "Kürtlerle Dans" isimli kitabından bir alıntıya bırakıyorum...
Yorum falan da yapmayacağım...
Bayraktaroğlu'nun uzun süre "Çok Satanlar" raflarında (D&R ve İnkılâp) yer bulan bu romanı nedense birden raflardan da kitapevlerinden de kaldırıldı.
Arayanlar kitabı bulamadılar...
Neyse orası sizlerin değil yazar Bayraktaroğlu'nun sorunu...
Az sonra okuyacağınız iki bölüm, Kürtlerle Dans (Marka Yayınları. 2005, 2. Baskı) romanının sayfa 41 - 51 arasında yer alıyor...
Bu arada unutmadan hatırlatayım...
2004 yılında yazılan romanında Bayraktaroğlu, 2010 yılı sonrasını anlattığına dikkat çekmektedir.
Buyurun lütfen...
Okuduktan sonra bir de günümüzde yapılan tartışmaları hatırlayın...
Bakalım geç kalmış mıyız yoksa henüz çok mu erken?..
Veya Bayraktaroğlu fazla mı ileri gitmiş?...



14 Eylül Perşembe
Ankara/Başbakanlık konutu
Saat: 19.50

Başbakan bakanlarına tek tek baktı:
“Şimdi hepimiz Demir’i dinleyeceğiz. Görüşü olan elbette görüşünü de söyleyecek. Amacımız, meclis grubumuza ve kamuoyuna açıklamadan önce aramızda bir uzlaşma sağlamak ve işin doğrusunu bulmak”
Sonra danışmanına baktı: Deneme
“Seni dinliyoruz kardeşim”.
Demir önündeki dosyalardan birini aldıktan sonra ayağa kalktı. Dosyanın kapağını açtı. Türkiye Cumhuriyetinin bir dönüm noktasına geldiğine işaret ettikten sonra Cumhuriyetin ilk yıllarında Avrupa’da ve Amerika’da yaşanan gelişmeleri hatırlattı.
1789 Fransız ihtilalinin de tetiklemesiyle ulus devlet anlayışının hakim olduğu o yıllarda Türkiye’nin de aynı modeli tercih etmesinin doğal olduğunu ancak yaklaşık 30 sene tek parti tarafından yönetilmiş olmasının bir handikap olarak kabul edilmesi lâzım geldiğini belirtti. Demokrasiye geçişin, cumhuriyetin ilânı ile birlikte olması gerektiğini ancak dönemin şartları nedeniyle o fırsatın kaçırıldığını söyledi.
Atatürk’ün, İngiltere, Fransa ve Rusya politikalarını övdü. İngiltere’nin, Yunanistan ile yapılan savaşta Mustafa Kemal’in ordularına nasıl ve neden destek verdiğini anlattı. Yunan birliklerinin, İngiliz uçakları tarafından havadan bombalanmasının Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında ne büyük bir etken olduğunu söyledi.
“Her ne kadar kimileri Mustafa Kemal’in o büyük İngiliz desteğini, savaş sonrası Musul ve Kerkük’ten çekilmek sözünü vererek elde ettiğini ileri sürüyorsa da, Musul ve Kerkük kesinlikle savaş sonrası şartların gereği İngiliz yönetimine devredilmiştir” dedi.
Demir bunları anlatırken Adalet Bakanı oturduğu yerde bir ileri bir geri gidiyor, kıpır kıpır yerinde duramıyordu. Bir ara ayağa kalkar gibi olduğunda başbakanla göz göze gelince, az önce verdiği sözü hatırlayıp vazgeçti.
Demir konuşmasını sürdürdü.

[page_end]
Şeyh Sait isyanının başlangıç-bitiş süreçlerini ve isyanın gerekçelerini açıkladı. O dönemde İstiklâl savaşını Türklerle birlikte tek bir ulus gibi veren Kürtlere daha o dönemde özerklik hakkı verilmeyişinin büyük bir yanlışlık olduğuna dikkati çekti.
“Tarihe ‘Şeyh Sait Ayaklanması’ diye geçen ama aslında Kurtuluş Savaşı sonrası bir tür hak arayışı olan özerklik talebi daha o zaman hoşgörüyle karşılansaydı…..”
O ana kadar Demir’in anlattıklarını kendini zor tutarak dinleyen Adalet Bakanı öfke ile ayağa fırladı. Demir’in üstüne yürüdü.
Başbakan'ın diğer danışmanı Üstün ve Dışişleri Bakanı olacakları anlamışlardı. Onlar da Adalet Bakanı ile aynı anda yerlerinden kalkıp Bakan ile Demir’in arasına girdiler.
Bakan, Üstün’ü iki eliyle itti. Dışişleri Bakanı’na ise müdahale etmedi. Üstün gerilemedi. Ayaklarını sıkı sıkıya yere yapıştırmış gibiydi. Kollarıyla bakanın bedenini sardı. Bakan sinirden kızarmış gözleriyle Üstün’ün kolları arasından kurtulmaya çalışırken diğer yandan da Demir’e “hainsin hain” diye bağırıyordu.
Demir ise öylece duruyor, hiç ses çıkarmıyordu.
Adalet Bakanı bağırarak konuşmasını sürdürdü:
“Siz Başbakan'ın kafasını zehirliyorsunuz. Bu yaptığınız bu devlete ihanettir. Atatürk’ü övüyor gibi yapıyor ama aslında zem ediyorsunuz, kötülüyorsunuz. Kurtuluş Savaşımızı hafife alıyorsunuz ve alenen Kürtler için bir tür federasyon sistemi önereceksiniz çünkü federasyonu getirmek istiyorsunuz. Üniter yapıyı yıkacaksınız. Sizi bu memleketin başına belâ edenler kim kardeşim?”
Başbakan, Adalet Bakanı’nın bu öfkeli bağırışlarını duymuyor gibi davrandı. Oturduğu yerden hiç kalkmadı. Sinirden çenelerinin oynadığı belli oluyordu. Adalet Bakanı daha önce de bir çok kere gelmiş ve danışmanlarını şikâyet etmiş:
“Danışmanların senin gücünü kötüye kullanıyorlar. Dandik bir şekilde kendi aleyhlerinde yazılar yazılmasına çanak tutup ekonomik ve siyasi olarak ne kadar güçlü ve Kürt olduklarını; işini bilen, çıkarcı çevrelere duyuruyorlar. O yazarlar da danışmanlara kötülük ettiklerini sanıyorlar ama aslında yazdıklarını okuyan salaklar ve asalaklar bu danışmanlara daha çok yanaşıp işlerini gördürüyorlar. Bunlar ise ekonomik açıdan daha da güçlendikçe seni çok rahat yönetiyorlar” demişti.
Başbakan bir çırpıda bunları hatırlar ve cevap vermeye hazırlanırken İçişleri Bakanı da ayağa kalktı. Adalet Bakanı’na doğru hamle yaptı.
Başbakan ise Adalet Bakanını, iki danışmanına ve iki bakanına havale etmiş gibiydi. Eğer iki danışmanı ve iki bakanı Adalet Bakanını dövmeye kalkışırlarsa müdahale etmeyeceğe benziyordu.
Bakan dayak yedikten sonra medyanın karşısına geçip de “birlik olup beni dövdüler” diyecek değildi ya. Hem belki dayak yerse istifa edip gider de bu inatçı ve statükocu adamdan kurtulurlardı.
Dışişleri Bakanı, Adalet Bakanına doğru yürüdü. Sağ eliyle bakanın sol kolunu bileğinden tuttu. Sakin bir ses tonuyla:
“Kardeşim sakin ol ve dinle. İçişleri bakanı baştan seni uyardı. Lütfen dinle kardeşim. Söyleyeceklerini sonra söylersin” dedi.
Dışişleri Bakanı bunları söylerken başbakana bakıyordu. Başbakan ise aynı anda Demir’e hitaben “sen devam et kardeşim” diyerek danışmanını dinlemek istediğini ima etti.
Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanının bu uyarısı üzerine biraz sakinleşmiş gibiydi. Döndü, yerine oturdu. Demir açıklamalarına devam etti:

[page_end]
“Sayın Bakan. Unutmayın ki ‘federasyonu tartışmalıyız’ diyen bir Başbakanın kabinesinde yıllarca görev yaptınız”.
Başbakan az önce “şu adamı keşke dövseler” diye düşündüğünü unutmuş gibiydi. Demir’e, “gitme şu adamın üstüne” der gibi baktı bu sefer de.
Adalet Bakanı hiçbir tepki vermedi. Belli ki kendine hakim olmaya çalışıyordu.
Demir devam etti:
“Bizim hazırlattığımız bu anayasa değişikliği asla üniter yapıyı bozmuyor. Bunun adı, ‘Yerinden Yönetimli Tek Yapılı Devlet Modeli’dir. Prof. sayın Erdoğan Teziç de Anayasa Hukuku isimli kitabında bu tarz yönetimden söz etmektedir”.
Adalet Bakanı, Demir’in sözünü kesmeden duramadı:
“Sayın Teziç o senin yönetim modelinden sadece söz ediyordur ama uygulanmasını herhalde teklif etmiyordur”.
“Ben de teklif ettiğini söylemedim ama eğer dinlerseniz asıl yapmak istediğimizin ne olduğunu daha iyi anlarsınız”.
Başbakan bu kez daha yüksek sesle emretti: “ sen devam et kardeşim” .
“Hazırladığımız Anayasa değişikliği metnine göre; İstanbul, Ankara, İzmir, Erzurum ve Diyarbakır olmak üzere 5 siyasi bölgemiz olacak.”
Adalet Bakanı sesine sakinlik vermeye çalışarak sordu:
“Buna neden lüzum görüyorsunuz?”
Demir, az önce üstüne yüründüğünü unutmuş gibi saygılı bir ses tonuyla cevap verdi:
“Sayın Bakan, ülke olarak demokrasi, insan hakları ve katılım açısından hukuk devleti olma özelliği taşıdığımız söylenemez”.
“Ne yani?.. Adalet Bakanı olarak Türkiye’yi hukuk devleti değil de guguk devleti olmaya doğru mu sürüklüyorum?”.
Demir sükunetini bozmamaya yemin etmiş gibiydi:
“Sayın Bakan öyle bir şeyi söylemek ne haddime?. Ben size değişen dünya ve bölge koşulları  ile mevcut sistemimizin o koşullara ayak uyduramadığını anlatmak istiyorum. Nüfusumuz 75 milyon. Buna karşılık ülkemizin her yanından gelen 550 milletvekili ile devasa bir ülkeyi merkezden yönetmek istiyoruz, yönetemiyoruz. Oysa 5 büyük vilayetin de ayrıca kendi parlamentoları olursa, katılımcı demokrasinin gereğini daha çok yerine getirmiş oluruz. Daha çok birey ülke yönetiminde doğrudan söz hakkı kazanır ve aynı zamanda birey, hukuk karşısında daha eşit ve daha hak arayıcı olur.”
Bunları söyledikten sonra Başbakan’a baktı.
Başbakan “seni dinliyoruz” der gibi gözleriyle “devam” işareti verdi. Demir konuşmasını sürdürdü:
“Gerçek hukuk devleti, merkezi yapıdan hızla kurtulmak ve  yerinden yönetimli tek yapılı devlet modeline geçmekle mümkün olacaktır. Çünkü ancak o zaman halk, ülke yönetimine daha çok katılabilecektir ”.
“O senin dediğin model, federal sistemin kurulması, yani üniter yapının yıkılmasının örtülü biçimdeki süslü ifadesidir kardeşim” dedi Adalet Bakanı.
Sesi sakindi. Ama belli etmese de, içi içini yiyordu. Bu arada toplantı da, Adalet Bakanı ile Başbakanın danışmanlarından Demir arasında bir tür diyaloga dönüşmüştü.
Demir, Adalet Bakanı’nın kuşkularını gidermek için birkaç örnek verme ihtiyacını hissetti:
“Sayın bakanım. Fransa, İspanya ve İtalya bu modeli uyguluyorlar ve her üç ülke de üniter devlet statüsündeler.”
Adalet Bakanı adı anılan ülkelerdeki sistemi bildiğini ifade etmek istermiş bir ifade ile karşılık verdi:
“Her üç ülkede de bölgeler özerktir. Her bölge kendi iktisadi, sosyal, kültürel, bilimsel ve çevre düzenlemesi ile ilgili konulardaki kararlarını kendileri alırlar”.
Demir güldü.
Gülüşü, öfkesi biraz dinmiş gibi görünen Adalet Bakanı’nı yeniden sinirlendirmiş olmalı ki sert bir ses tonu ile:

[page_end]
“Burada devlet meselelerini konuşuyoruz sevgili kardeşim, senin meraklı olduğun magazin konularını değil” diye söylendi.
Demir’in yaşantısı parti genelinin anlayışına pek uygun değildi. Magazin basınında sıkça yer alıyordu ve sosyetenin tanınmış dullarından biriyle aynı evi paylaşıyordu. Bu söylenilenleri duymazdan gelip konuşmasına devam etti:
“Çağdaş toplumlar, ayrışma ve bölünmeyi engellemek için iktidar paylaşımını yaygınlaştırmakta, daraltıcı, sınırlayıcı ve baskıcı üniter sistemlerden vazgeçmektedirler. Günümüzde isim ve uygulamaları farklı da olsa artık eyalet, özerklik, federasyon, otonomi vb. yönetim modelleri, barış içinde bir arada yaşamanın, toplumsal gelişme ve ilerlemenin gerekliliği haline gelmiştir“.
Demir her zaman olduğu gibi, Türkiye'nin idari yapısında değişikliğin gerekliliğine işaret ediyordu.
Adalet Bakanı, bu önermenin imkansız olduğunu bir kez daha hatırlatmak ihtiyacını hissetti:
“Kardeşim siz hayal görüyorsunuz. Bunları yapmak için hiç kimse size anayasayı değiştirme izni vermez. Başımıza iş alırız.”
Konuşmanın burasında Dışişleri Bakanı araya girmek ihtiyacını hissetmiş olmalı ki önce Başbakan’dan, sonra da Adalet Bakanı’ndan ve en son da Demir’den izin istedi:
“Sevgili kardeşim. Bize izin vermeyecek ‘hiç kimse’, kimlermiş bakayım?.. Meclis mi, ordu mu?. Meclis ise onlar bizim arkadaşlarımız. Yok askeri kast ediyorsan, bizim ordumuz demokrasiye sahip çıkacak kültüre sahiptir. Hem, bizim getirmek istediğimiz sistemde bütün ülkede resmi dil de Türkçe olacaktır. Federasyon sisteminde ise her federasyon isterse kendi ana dilini resmi dil olarak kullanabilmektedir. Bir hukukçu olarak bunu mutlaka bilmiş olman gerekirdi” dedi.
Adalet Bakanı bu kez de Dışişleri Bakanı’na döndü:
“Yahu kardeşim… Bölgeler; kültürel, toplumsal, ekonomik konularda kendi kararlarını alacaklarsa resmi dil Türkçe olsa ne olacak? Milli Eğitim bakanlığının başındaki milli kelimesi ne olacak? Kalacak mı, kalkacak mı?”
Dışişleri Bakanı, Demir’den bir kez daha izin isteyerek cevabını kendi verdi:
“Cevabıma sondan başlayayım. Küçük bir köye dönüşmüş dünyada millilik falan kalmadı. Önemli olan eğitim. Yıllardır eğitimimiz milli idi de neyi başardık?. Nobel ödüllü edebiyatçımız mı var? Keşke eğitim bakanlığımızın milli olma özelliği olmasaydı ama dünyaya meydan okuyan bir nesil yetiştirseydik. Keşke tüm dünya eğitim sistemimizi ve o sistemin ürettiği başarılı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını konuşsaydı. Diğer soruna gelince. Ülkenin bütün kamu kurum ve kuruluşlarında Türkçe resmi dil olarak kullanılacak sevgili kardeşim, daha ne olsun? Adalet sistemi, bağımsız bir Adalet Bakanı yönetiminde, merkezden ve bağımsız yargıçlar kurulu ile ortak yönetilecek. Daha ne istiyorsun?” dedikten sonra alaylı bir şekilde gülerek devam etti:
“İstersen partimizden istifa eder bağımsız milletvekili seçilirsin ve biz yine seni Adalet Bakanı yaparız.”
Sonra kimsenin araya girmesine izin vermemek için olsa gerek birden ciddileşti ve hızlı bir şekilde konuşmasını sürdürdü:
“Bak kardeşim. Açık konuşalım. Ülkemizdeki yaşananları görmezden gelemeyiz. Günümüz dünyasında bu tür talepleri…….”
Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanının sözünü kesti:
“Hangi tür talepleri?. Hani açık konuşacaktık?”
“Bırakırsan söyleyeceğim” diye yanıtladı Dışişleri Bakanı.
Sonra da gözlerini Adalet Bakanının gözlerinin içine dikerek konuşmasını sürdürdü:

[page_end]
“Özgürlük taleplerini elbette sevgili kardeşim. Özgürlük taleplerini…”
Adalet Bakanı öfkesini bastırarak ve zoraki bir gülümsemeyle:
“Hay sıçayım böyle özgürlüğün içine. Özgürlükmüş… Aç karnına özgürlük... Sözde, insanlarımızın önce karınlarını doyuracak, onlara daha çok iş, daha çok aş verecektik. Yolsuzluğu da yoksulluğu da önleyecek, onlara tertemiz bir memleket hediye edecektik. Şimdi bunları unutmuş sadece özgürlük edebiyatı yapıyoruz. Üniversiteye giremeyen gencim bir pişman, giren gencim bin pişman çünkü üniversite bitirmiş çocuklarım kahve köşelerinde sürtüyor işsizlikten. Sen kalkmış bu ülkenin bir bölgesindeki vatandaşlarının özgürlüğünden dem vuruyorsun. Kimin özgürlüğü kardeşim? Ne özgürlüğü şunu bana da bir anlat hele” dedi.
Başbakan bu kez araya girmek ihtiyacı hissetti. Asıl konu dağılmıştı. Hiç kimseden izin almadan Adalet Bakanı’na dönerek:
“Abi hem konuyu değiştiriyorsun ve hem de gereksiz yere inat ediyorsun. Unutma. Üniversite bitirmiş o gençlerin iş bulabilme umutları var ama böyle giderse hangi teröristin pis bir kurşununa hedef olacaklarını veya vatan hizmetlerini yaparken bir başka kör kurşun veya top mermisi ile hangi dağın hangi taşının dibine cansız bir şekilde kıvrılıp kalacaklarını da tahmin edebiliyoruz. İş bulma umudu olan işsiz genç, ölüp yok olma ihtimali olan gençten daha şanslıdır.”
Başbakan bunları bir çırpıda söyledikten sonra sustu. Önündeki bardağa uzanıp bir yudum su içti.
Bu sırada odadakilerin hiç biri konuşmaya cesaret edemediler.
Başbakan bu kez ayağa kalktı. Bir taraftan çalışma odasının içinde
yürüyor, diğer yandan da hiç kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“40 bin insan öldü bu inatlaşma yüzünden. 200 milyar dolar paramız
gitti. Ne değişti? Terör mü bitti, fukaralık mı?.. Kısa bir süre biter gibi göründü ama sonradan daha beter azdı. Önceleri bölge halkı emniyet güçleriyle beraber olur devlete destek verirken şimdi onlar da devlete ve emniyet güçlerine cephe aldılar. Evvelden çoğu devlete yardımcı olurdu şimdi ise bırak yardımı, teröristlere arka çıkıyorlar. Hem de bunu korkmadan ve kendi istekleriyle yapıyorlar.”
Sustu. Yürüyüşünü durdurdu. Adalet Bakanı’nın gözlerinin içine bakarak konuşmasına kaldığı yerden devam etti:
“Hem, söyler misin bir başka yol nedir? Bu sorunu nasıl çözeceksin?”
Konuşmasının burasında bir kez daha sustu “Ama” deyip biraz soluklandıktan sonra kararlı bir şekilde:
”Çözüm önerinin içinde lütfen silâh, şiddet, baskı ve yasaklar olmasın” dedi.
Adalet Bakanı odadaki diğer 5 kişinin gözlerine sırayla baktı.
Sesine merhamet yüklemeye çalıştığı belli oluyordu:
“Benim şehrim son 25 yılda neredeyse 3 bin şehit verdi. 3 bin şehit. Benim bölge insanlarımın ekonomik gelirleri içişleri bakanının hemşerilerinin yaşadığı bölge insanlarının gelirlerinden çok daha geride. Benim bölgemde genç nişanlılar parasızlıktan düğün yapamazken, sayın bakanın bölgesindeki o özgür olmadıklarını ve hatta fukara olduklarını  iddia ettiğiniz insanların düğünlerinde evlenen gençlere en az bir milyon liralık takılar takılıyor. Siz bu ülkeyi şehit analarını görmezden gelerek yöneteceğinizi sanıyorsanız aldanıyorsunuz” dedi.
Başbakan müdahale etmek istedi:
“Sayın bakan. Birincisi, o milyonluk takılar bölge halkının düğünlerinde değil, bölge halkının fukaralığını yıllardır istismar etmiş bir avuç şıhın, ağanın ve hatta milletvekilinin düğünlerinde takılıyor.  İkincisi, şehit analarını neden karıştırıyorsun? Şimdi bunları konuşmanın zamanı mı?.”
“Evet kardeşim… Tam da zamanı... Sizin anayasa değişikliği dediğiniz şey yıllarca dökülen şehit kanlarını hiçe saymaktır. O şehit analarını babalarını yetimlerini acı içinde kıvrandırmaktır. O şehit analarına, babalarına, karılarına, evlatlarına, nişanlılarına ne diyeceksiniz? Nasıl açıklayacaksınız? ‘Bakın sizler şehit verdiniz ama biz bu ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü korumayı başaramadık’ mı diyeceksiniz? Bu kadar şehidi, üniter yapıyı korumak için verdik biz, yıkmak için değil... Yazıklar olsun size ”…
Başbakan, Adalet Bakanının az önce şehit analarıyla ilgili söylediklerine kafayı takmıştı. Adalet Bakanı’nın yanına giderek elini tuttu. Sesine duygusallık yüklemeye gayret ederek:
“Sayın Bakan. Şehit analarının duygularıyla ülke yönetilemez. Şehit analarının duygularını ön plânda tutarsak bu memlekete kalıcı barışı getiremeyiz... Hepimiz fedakârlık yapacağız... Onlar da yapacaklar... Bundan sonra bir tek çocuğumuzun ölmesini istemiyorlarsa bağırlarına taş basacaklar... 40 bin insanımız canını kaybetti de ne kazandık şimdiye kadar? Hiç… Aksine, halkımızın refahını öteledik, erteledik. Bundan sonraki hedefimiz bu acılı insanları refaha ve huzura taşımak olacaktır.”
Adalet Bakanı elini kurtarmak için hızla çekti:
“Senin hiçbir çocuğun şehit oldu mu?” diye sordu öfkeli bir ses tonuyla...
“Şehit olan bütün çocuklar benim çocuklarım sayın bakan ve ben işte bu yüzden, çocuklarını acı ve korku ile ölüme gönderen değil, keyifle işe gönderen analarımız olsun istiyorum” diye karşılık verdi Başbakan.
Adalet Bakanı, Başbakanın sadece öfkelendiği ve araya mesafe koymak istediği zaman “sayın” diye hitap ettiğini hatırladı.
Bir süredir yine “Sayın bakan” diye hitap etmeye başladığını fark etti. Belli ki yine aynı şeyi yapıyordu.
Başbakanın bu tavrından ve söylediklerinden sonra ayağa kalktı. Yüzü kızarmış, gözlerini kan bürümüştü. Hiç kimseden izin istemeden kapıya doğru yöneldi. Odadan dışarı çıktı. Diğerleri Adalet Bakanı’nın arkasından baktılar ama hiçbir şey söylemediler.
Başbakan az önce kalktığı koltuğuna yeniden oturdu.
Demir’e döndü:
“Sen sayın bakanlara ve bana anlat kardeşim”.
Demir, anayasa değişikliği metnini anlatmaya devam etti.

[page_end]

14 Eylül Perşembe
Ankara/Başbakanlık konutu
Saat: 20.05

Türkiye, 5 bölge olarak tanzim edilecekti. Yasa kabul edildiği ve cumhurbaşkanı tarafından da onaylandığı takdirde her bölge bir valilik olacak, bu bölgedeki diğer şehirler ise kaymakamlığa dönüşecekti. Bir başka deyişle söylemek gerekirse valiler artık birer protokol valisi olmaktan çıkacak, bir tür bölge başbakanı sıfatı taşıyacaktı. Valiler, belediye başkanları ve bölge emniyet müdürleri halk tarafından seçilecek, kaymakamları da o bölge Valisinin kurduğu kent hükümeti tayin edecekti. Eskiden de mevcut olan il genel meclisleri ise daha da genişletilmiş olacaktı. Her bölge kendi içinde her türlü kültürel, toplumsal, ekonomik ve çevre düzenlemesiyle ilgili kararları kendi alacak, kendi bütçesini kendi yapacak ve uygulayacaktı. Böylece Kürt kökenli vatandaşlar öz tarihlerini kendi dilleriyle öğrenme imkanına sahip olacaklardı.
Yine her bölge, merkezi Maliye bakanlığına her yıl belirli miktarda vergi ödemeyi taahhüt edecekti. Bu toplanan vergiler ise Türk Silahlı Kuvvetleri, Adalet Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı, Turizm Bakanlığı ve Dış Ticaret Bakanlığı harcamalarında kullanılacaktı. Hazırlanan yeni anayasa değişikliğine göre yeniden düzenlenen yerel yönetimler yasasında yapılan bir değişiklikle de, başta İstanbul olmak üzere; Ankara, İzmir, Bursa ve Antalya illerine giriş çıkışlarda vize uygulaması getiriliyordu. Gecekondu (her türlü kaçak inşaat) yapanlar veya yaptırılmasına göz yumanlar ağır ceza mahkemelerinde yargılanacaklar ve 5 seneden az, 20 yıldan fazla olmamak üzere hapis cezası istemiyle yargılanacaklardı, bu arada çıkarılacak bir başka kanunla köye dönüş özendiriliyordu. Diyarbakır, Bitlis, Muş, Bingöl, Van, Ağrı, Batman, Siirt, Şırnak ve Mardin illerine ve ilçelerine dönmek isteyenlere şehir dışında (ilçe, belde ve köylerde) olmak şartıyla bedava konut arsası verilecek ve üzerine inşaat yapmak için kontrollü inşaat kredisi kullandırılacaktı.
Yani, dileyen vatandaş devletten alacağı kredi ile inşaatını tamamladıkça, yapılan inşaat kısmı kadar krediyi 30 yıl vadeli ve faizsiz kullanabilecekti. Amaç, yerel yönetimler yasasının çıkmasıyla birlikte göçü tersine çevirebilmekti.
Bu kanunu en çok da üniter devlet yanlıları eleştiriyorlardı. Bunlara göre hazırlanan yasa Kürt federasyonunun kurulması için hazırlık sürecini oluşturuyordu.
Demir, yapılacak anayasa değişikliğini kısaca anlattığına dikkat çektikten sonra ekledi:
“Tabii ki bu arada; yerel yönetim, siyasi partiler, vergi ve seçim yasaları da değiştirilecek.  Sayın başbakanım. İlle de seçim sistemi mutlaka değişmeli. Baraj % 10 un altına çekilmeli, meselâ % 5 olmalı”.
Başbakan ayağa kalktı.
Diğerleri de onu takip ettiler.
Başbakan sırasıyla; İçişleri Bakanına, Dışişleri bakanına ve Üstün’e elini uzattı. En sonra Demir’in elini sıkarken de:
”Sen çalışmalarını tamamla kardeşim. Türkiye daha uzun bir süre merkezden yönetilebilecek durumda değil. Seçim sisteminde yapılacak değişim konusunu da bir kez daha görüşelim. Belki barajı düşürmeden başka bir model bulabiliriz” dedi.
Demir “Politikacı işte” diye düşündü.
“Daha çok demokrasi için de olsa, iktidarı kimseyle paylaşmak istemiyor. Hani haksız da değil…”


ÇOK OKUNANLAR