ANALİZ

'Komplo' da diyebilirsiniz; 'Doğru valla' da...

Bu iki ülkenin sermayesi, küresel ekonominin Nuri Alço’larıydılar…

'Komplo' da diyebilirsiniz; 'Doğru valla' da...


ADNAN BERK OKAN


İzin verin lütfen…

Neden mi?..

Bugün, medyanın dışında bir şeyler yazmak istiyorum…

Bugün, 170 yıl öncesiyle 40 yıl öncesine götüreceğim sizi…

Çünkü…

Çok soyut tartışmalar üzerinden çok soyut kavgalar ediyoruz…

Baktığımız (Ya da bizlere gösterilen) küçük resim üzerinden birbirimizi yiyoruz…

Gelin bir de büyük fotoğrafa bakalım…

Onun için bugün sizinle tarih sayfalarında dolaşmak istiyorum ya…

 

Ey güzel insanlar!..

1854 Kırım Savaşı’nı tarih kitaplarından bilmeyeniniz yoktur…

Ve…

O savaş öncesinde yaşananları da…

Amacım, öğretmek değil; hatırlatmak…

1854 Kırım Savaşı öncesi Osmanlı’nın durumu çok iyi incelenmeli…

Çünkü…

Tarihin o sayfalarında büyük bir ders yatıyor…

Nasıl mı?..

Bir kez daha hatırlayalım...

Osmanlı İmparatorluğu bütün dış/iç ayak oyunlarına rağmen bir türlü yıkılamıyordu.

İşin ilginci yapılan reformlarla nefes alması kolaylaşıyor ayakta kalma süreci uzuyordu...

İşte o şartlarda İngilizler kendilerinin yer almadıkları ama Osmanlı’yı tam da içine ittikleri Kırım Savaşı’nı çıkardılar...

O günleri çok iyi bilenler şöyle bir itirazda bulunabilirler:

“O günlerde Osmanlı hazinesi tam takır, kuru bakırdı… Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile hangi parasına güvenip de savaşacaktı?”…

Soru güzel ve haklı…

Ben de böyle bir soru gelebilir tahminiyle İngilizlerin Osmanlı’yı savaşın içine ittiğine dikkat çektim ya…

  İngilizlerin amacı borcuna sadık, teminatları yüksek Osmanlı’yı daha çok borçlandırmak, daha çok kendisine mahkûm etmek, verdiği paraları da silah satarak en kısa zamanda geri döndürmekti…

İngilizler, Osmanlı’nın imparatorluk tarihinde ilk defa dışarıdan borç para alması için “aracı” oldular.

Ya da şöyle söyleyeyim…

Hem borç verecek bankaları (Londra ve Paris'teki Palmer ve Goldschmidt) buldular, hem de Osmanlı’nın alacağı 3 milyon sterlin borca “kefil” oldular…

Şimdi sıkı durun lütfen:

Palmer ve Goldschmidt bankaları verdikleri borcun 700 bin sterlinine “bankacılık masrafları ve borcun ilk taksiti” olarak el koydular...

Kalanıyla da yine İngilizlerden silâh satın alındı...

Ve…

Biliyorsunuz…

Osmanlı İmparatorluğu Kırım Savaşı’nı kaybetti…

Hem toprak kaybetti…

Hem de alınan borç paralar bir fırına atılıp yakılmış gibi oldu...

Borç parayla kumar oynamak gibi bir şey…

Tek farkla…

Kumarda sadece paranızı kaybedersiniz…

Savaşta hem on binlerce gencinizi, hem paranızı ve hem de itibarınızı…

Yani ey dostlar!..

Osmanlı’nın en büyük ekonomik belâsı olan Düyun-u Umumiye’ye giden yolun ilk adımı Palmer ve Goldschmidt bankalarından alınan borçlarla atıldı...

 

Bir de bugüne bakalım...

Bütün dünya ülkeleri halen 2008’de patlayan küresel krizin sancısını çekiyor…

Halkının yemesinden, içmesinden, giyiminden, kuşamından, eğitiminden ve hatta sağlık harcamalarından kısıyor…

Biz o ülkeler kadar büyük sıkıntı yaşamadık…

Neden?..

Kolayca borçlanabildiğimiz için…

Bu arada döviz rezervlerimizi her türlü paniği önleyecek noktaya çıkardık…

Bu arada, bazıları dışarıdan, kimileri de içeriden sürekli ekonomik kriz pompaladıkları halde (Şimdilik) ayaktayız…

Ama sadece ayaktayız…

Yürüdüğümüz dahi söylenemez…

 

 Buraya dikkat lütfen!..

Türkiye gibi “Orta büyüklükteki” ülkeler üç yöntemle kontrol altında tutulur:

 1.)    Siyaset (istikrar ya da kaos…)

2.)    Ekonomi (Kriz ya da bolluk…)

3.)    Terör (Bitirilir ya da azdırılır…)

 

2002 seçimlerinde siyasal istikrar geldi…

Biz o istikrarı halkımızın yüksek aklına bağladık…

Yani…

Halkımız o kadar akıllı, o kadar zeki idi ki; Ak Parti ve CHP dışındaki bütün partileri barajın altına itti…

Biri tek başına iktidar, diğeri de tek başına muhalefet olacak sadece iki partiyi taşıdı Meclis’e…

Dikkat...

Bunun adı: Siyasal istikrardı… (Madde 1.)

 

Sonra ne oldu?..

Sanki topraklarımızın altında milyarlarca varil petrol, katrilyonlarca metreküp doğal gaz yatakları bulmuş gibi birden artıverdi ekonomik değerimiz…

Önüne gelen küresel zenginler Türkiye’ye “Borç” vermek için sıraya girdi…

En çok da Suudi ve Katar sermeyesi

Siyasal iktidar ise (Belki de samimiyetle) Araplardan gelen paranın “Türkiye'de Müslümanlar İktidarda” olduğu için aktığını zannetti…

Oysa…

Bizim de bulunduğumuz bölgenin egemenlerinin iktisadi ve siyasi temsilcileriydi Suudiler ve Katar

Uyuşturucu kuryesi gibi…

Önce güzel kızı uyuşturucuya (Bol paraya) alıştırıyorlar, sonra da patronun kucağına bırakıveriyorlardı…

Yani…

Bu iki ülkenin sermayesi, küresel ekonominin Nuri Alço’larıydılar…

(Nuri kardeş sakın alınma zira amacım seni incitmek değil, adın üzerinden alegori yapmak)…

 Uzatmayayım…

Gelen o bol paralarla güzel güzel yollar yaptık…

Yoksullarımıza bedavadan makarna, pirinç, yağ, tuz, odun, kömür verdik (Keşke fabrikalar yapılsaydı)…

Denizi altından geçen raylı sistemlerimiz oldu…

 Hava ulaşımında (Bilhassa THY) adeta uçtuk ya da uçurulduk…

İletişim ve bilişimde çağ atladık…

Gökdelenler, AVM’ler yaptık…

Arap dostlarımız büyük şehirlerimize geldiklerinde yazın üfül üfül serinleten, kışın relâks edici sıcaklık veren klimalı AVM’lerden çıkmıyorlar vallahi…

Peki bizim halkımız?..

Onlar da o AVM’leri “Çocuk parkı” yerine kullanıyorlar…

Çokça da erkeklerin gözü açık saçık(!) giyinen güzel karı görüyor…


Bu arada unutmadan…

IMF’ye olan 24 milyar Dolar borcumuzu bile ödedik ha…

Gerçi o borcu ödemek için çok daha fazlasını borçlandık…

Ve…

Şu anda dış borcumuz 400 Milyar doları buldu ama olsun…

Halkımız onu nereden bilecekti?..

Ki…

Biliyorsunuz…

Necip milletimiz üzüm bulunca bağını sormaz…

Neden sorsun ki?..

Bakarsınız sorduğu kişi “Bağcı” falan çıkar sonra…

Neyse…

Son yıllarda halkımızın içi dışı IMF olmuştu…

“IMF’e borcumuzu ödedik bir de üstüne 5 milyar dolar borç verdik” dedi miydi inanırdı nasıl olsa…

İnandı da…

Bunun adı ne miydi?..

Söyleyeyim: Ekonomik istikrar… (Madde 2.)

 

Ve efendim…

Terör zaten bitmiş gibiydi…

“Dönemin Başbakanı” (Yok yok O değil, Ecevit merhum), terör örgütünün liderini hiç beklemediği bir gece elleri kelepçeli olarak karşısında bulunca bakanlar kurulunu toplamış; “Sayın arkadaşlar, bu Sayın Amerika bu Sayın Öcalan’ı bize neden teslim etti acaba?” diye sormuştu…

Yani…

Ülkemizin başbakanı, terör örgütü liderinin teslim alındığına sevinememişti bile…

Çünkü altında bir “hinoğlu hinlik” olabileceğinden korkuyordu…

O güzel ama kuşkulu teslim alma olayından sadece iki ay kadar sonra partisi büyük bir seçim zaferi kazandığında; o da artık “üzümünü yediği bağın kime ait” olduğunu sormaktan vazgeçmişti…

Çünkü…

Kendisi başbakan olmuştu…

Hem de…

Ortaklarından biri, “can düşmanı MHP” idi…

Nasıl mı?..

Meclise ANAP’tan daha kalabalık bir milletvekili gurubuyla giren MHP, sağcı 2 partiyle (DYP – RP) ortak olmak yerine, solcu Ecevit’in başbakanlığında kurulacak bir hükümetin ortağı olmayı tercih etmişti ya…


Hâsılı…

Siyaset uzun yıllar sonra ilk defa istikrara kavuşmuştu…

Terör zaten durmuştu…

Çünkü örgütün lideri İmralı’da hapis yatıyordu…

Artık sırada “ekonomik istikrar” vardı…

Onun da kolayı bulundu…

IMF borç verdi…

Dolar, TL karşısında neredeyse hiç değer kazanmayacak şekilde sabit tutuldu…

Haliyle faizler düştü

Faizler düşünce enflasyon da hız kesti…

Piyasalar (Geçirilen büyük depreme rağmen) canlanmaya başladı…

Tam “bu defa yırttık” derken 19 Şubat 2001’de dönemin cumhurbaşkanı (Sezer), dönemin başbakanının (Ecevit) önüne anayasa kitapçığını fırlatıp atınca ekonomik kriz patladı…

Dünya tarihinde birçok ekonomik kriz yaşanmıştı ama anayasa kitapçığının atılmasıyla eşzamanlı patlayan tek kriz bizimkiydi…

Neyse…

Allah tarafından ABD gibi bir dostumuz vardı da hemen imdadımıza yetişti…

Bizim kendi adamımızı bize “borç bürokrat bakan” olarak gönderdi…

Evet, doğru tahmin ettiniz: Kemal Derviş…

Kemal Bey, taksi duraklarını ziyaretten vakit bulduğu zamanlarda ekonomiye el attı…

Ki…

Ne else…

Kısa sürede kriz bitiverdi…

Ama sevinemedik…


Çünkü…

Tam o sırada “11 Eylül” terör faciası Amerika’yı vurdu…

Başkan Bush failleri eliyle koymuş gibi buldu: Afganistan’daki Taliban ile Irak’taki Saddam destekli El Kaide…

Ve hemen harekete geçildi…

Afganistan’a ve Irak’a müdahale edilecekti…

Bizimkiler “Afganistan tamam ama Saddam bizimkinin (Ecevit’in) çok samimi arkadaşı… Asla kabul ettiremeyiz” dediler Bush’un adamlarına…

Bush kararlıydı…

“O halde hastalandırın adamı, imza yetkisini alın; Irak’a yapacağım operasyonda yanımda yer alacak birini bulun bana” dedi…

O kişi elbette Bahçeli değildi…

Ama…

Bahçeli o kişinin bulunmasına yardımcı olabilirdi sadece…

Ve…


Bir sıcak yaz günü…

Ve…

Durduk yerde, “haydi seçime” deyiverdi…

Ve…

Nınınınnnnn…

Seçim kararı hemen çıktı…

Bayram değil seyran değildi ama enişteler baldızları sıkıştırıp sıkıştırıp öpüyorlardı…

3 Kasım 2002’de erken seçime gidilecekti, gidildi…

Medyamız sadece iki partiden (Ak Parti – CHP) söz ediyordu…

Sadece iki parti genel başkanı (Baykal ve Erdoğan) ekranlarda baş başa tartışıyorlardı…

Sanki seçim iki parti arasında yapılacaktı…

Bir bakıma fiili “iki partili” sistem gibi…

Diğer partiler medya için Atilla İlhan’ın “ne kadınlar sevdim ki yoktular” deyişine nazire yapar gibi, “ne partiler girecek seçime ki CHP – AKP dışında yoktular”

 

Seçimler oldu…

DYP sadece 16 bin oy eksiği ile barajın altında kaldı…

İlginçtir…

DYP, sayıma itiraz bile etmedi…

Hatta…

O kadar çok oy aldıkları için üzgün gibiydiler…

Derken…

DEHAP yöneticileri, "resmi belgede sahtecilik" yaptıkları gerekçesiyle hapis cezasına çarptırıldı.

Neden?..

Partiyi 3 Kasım seçimi öncesinde yasal örgütlenmesini tamamlamış gibi göstermişlerdi…

Ki…

Yargıtay, YSK’unu uyarmış, DEHAP’ın seçime alınmamasını istemişti…

YSK, Yargıtay’ın talebini geri çevirmişti…

YSK, DEHAP yöneticilerinin "resmi belgede sahtecilik" yaptıklarının kesinleşmiş olmasına rağmen DEHAP’ın oylarını iptal etmedi…

Oysa etmeliydi…

Etseydi, DYP 66 milletvekili ile meclise girecek, Ak Parti elliye yakın milletvekili kaybedecekti…

Türkiye’nin siyasi kaderi değişecekti…

Oysa…

Daha seçimlerden önce her şey, “İki Partili sistem” için planlanmıştı…

 

Çok uzattım af edersiniz…

Yazıyı sonuca bağlamadan önce şimdi bir de 40 yıl öncesine gideyim…

1974 Kıbrıs Barış(!) Harekâtı günlerine...

Türkiye 14 Ekim 1973 seçimleriyle, 12 Mart ara rejiminden 2 milyar Dolar döviz rezervi ile çıkmıştı.

Bu rezerv ile o günün şartlarında yaklaşık 18 aylık petrol ithalâtını karşılayabilirdik.

Oysa aynı günlerde ABD hem Vietnam’da para ve itibar kaybı yaşıyordu, hem de petrol şoku...

Keza AB ülkeleri de petrol fiyatlarındaki aşırı artıştan nasiplerini almışlardı...

Çok da fazla petrol bağımlılığı olmayan Türkiye ise 2 milyar Dolar döviz rezerviyle düşman(!) çatlatıyordu…

İşte bu olacak şey değildi…

Bu rezerv Türkiye’nin elinden kapılmalıydı…

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Kissenger’in Harvard’dan öğrencisi Ecevit’i, Almancı Erbakan ile ortak yapmışlardı…

Yani…

Ekonomi politikada 1965 – 1971 yılları arasında mucizeler yaratan AP Genel Başkanı ve eski Başbakan Demirel’den bir askeri muhtıra ile kurtulan iç ve dış egemenler istedikleri gibi bir hükümet kurdurmuşlardı ama…

Bu defa da Erbakan “ağır sanayi” diye tutturmuştu…

Ecevit kişisel başarısıyla başbakan olduğunu sanmış, ABD’ye kafa tutmaya başlamıştı…

S.S.C.B.’ye (Komünist Rusya) de çok fazla yanaşıyordu…

Zaten “Solcu ve devletçi” olmakla tanınıyordu…

Diğer tarafta Kıbrıs’ta durum Türkiye’den daha iyi değildi…

S.S.C.B. ile giderek içli dışlı olmaya başlayan Kıbrıs Cumhurbaşkanı Komünist Papaz Makarios, ABD’nin canını sıkıyordu...

Kıbrıs’ın ve hatta Türkiye’nin, Rus’ların denetimi altına geçmesi işten bile değildi…

Öyle bir şey yapılmalıydı ki…

ABD bir taş atmalı, en az iki kuş birden vurmalıydı…

Ve…

Taşı fırlattılar…

Taş önce Kıbrıs’a gitti…

ABD ve İngiltere’nin şımarttığı eşkıya Nikos Sampson, Makarios’a karşı bir hükümet darbesi yapınca Papaz Rusya’ya kaçıverdi…

Sonra da bizim romantik demokrat (Ecevit) ile Hamasi Hacı (Erbakan)’ya dönüp “Haydi aslanlarım” diyerek sırtlarını sıvazladılar...

“Görelim sizi… Siz Kıbrıs’ın garantörüsünüz; bildirin şu Yunanlılara hadlerini”...

Ve gördüler bizi...

Ordumuzu Kıbrıs’ta savaştırarak elimizdeki 2 milyar doları bir ay içinde silah satışıyla üttüler...

Ve...

Sonra da o savaşı çıkaran bizmişiz gibi 20 yıl ekonomik ambargo uyguladılar...

 

Ne demek mi istiyorum?..

Söyleyeyim…

Ama bu sefer de üç buçuk yıl öncesine döneyim…

Suriye’de oyuna getirilme tehlikesine dikkat çektiğimde dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu henüz daha Esad’la o uzun görüşmeyi yapmamıştı…

Ama…

Kafasındaki düşünce belliydi…

Esad gidecek, Suriye’de, Türkiye’nin güdümünde bir İslâm devleti kurulacaktı…

“Amman ha!” diyorum o günlerde… “Sakın… Suriye’yi bize yedirmezler… Bırakın Rusya’yı ve Suriye’nin en yakın dostu Fransa’yı ve İran’ı… Müttefikimiz Amerika bile bize bırakmaz Suriye’yi… Hele İslâm devleti kurulmasına asla izin vermez”…

Eğer…

Suriye ile gerginlik yaşarsak…

O gerginliğin savaşa dönüşme ihtimali çok yüksekti…

Çünkü…

Suriye’nin başındaki adam mantığı ve aklıyla değil, kişisel çıkarlarıyla düşünüyor, karar alıyordu…

Bizimkiler de aklı unutmuş, din ve mezhep faktörüyle hareket etmeye başlamışlardı…

O yazılarımdan birine cevap değildi belki ama iktidar destekçisi bir meslektaşım; “Esed zavallı Müslüman kardeşlerimizi öldürüyor… Buna daha ne kadar göz yumacağız?..” diye yazdı bana cevap verirmş gibi…

Ben, o yazıya cevaben olmasa da şöyle dedim:

“Esad, Suriye’nin resmi devlet başkanı… TSK’nın bir zamanlar terör örgütüne yaptığını yapıyor... Yani kendince terörle mücadele ediyor… Bugün Suriye’nin iç işlerine karışmazsak belki bizdeki kadar bile (Bizde kırk bin kişi öldü) insan ölmeden duruma hâkim olur... Ama… Biz duruma müdahale eder ve Esad’ın muhaliflerine destek ve silah verirsek yüz binler ölür… Karar verin… Beş – on bin kişi mi öldürsün Esad?.. Yoksa çıkacak bir iç savaşta yüz binler mi ölsün?”…

Biliyorsunuz…

Bizimkiler yüz binlerin ölmesine sebep olacak kararı aldılar…

Allah tarafından Suriye ile savaşı göze alamadılar…

Ama halen ders almış gibi görünmüyorlar…

Umarım birileri Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan’a Kırım ve Kıbrıs örneklerini daha detaylı bir şekilde anlatırlar...

Ki; Suriye’de başımıza örülebilecek çorabı daha net görsünler…

Muhtemel ekonomik krizi önleyebilecek en güçlü silahımız döviz rezervlerimiz…

Allah korusun…

Bir haftalık savaş bile kasalarımızı bomboş bırakır…

Dikkat lütfen…

Ve sorumluluk…

Not:

Unutmayın lütfen... 

 1.)    Siyaset (İstikrar henüz var ama bıçak sırtında)...

2.)    Ekonomi (Kriz yok ama lafı çok)...

3.)    Terör (Tam da "bitti" derken her an başlatılabilir)...

Hâsılı... 

Ve ne yazık ki...

Bu durumda tam da egemenlerin istediği durumdayız...

Yani...

Topal ördek gibi...

İkinci Not:   

 Bütün bu anlattıklarımın tamamı tesadüf de olabilir...

Ama...

Bu...

Bizi yönetenlere "Tedbirsiz olma" lüksünü vermez... 

[email protected] 

ÇOK OKUNANLAR