Kemal Öztürk, Bilge Kral'ı yazdı: Savaşı kazanamadı belki ama insan kalmayı başardı
Habertürk yazarı Kemal Öztürk, ölümünün 17. yılında Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç'i andığı bir yazı kaleme aldı.
Boşnakların efsane lideri Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç, hayata gözlerini yumalı 17 yıl oldu. Sırplara karşı verdiği fakat ahlaki, etik ve insani kurallardan sapmadığı mücadelesiyle bir efsaneye dönüşen İzzetbegoviç, "Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir" düsturuyla akıllara kazınmıştı.
Habertürk gazetesi yazarı Kemal Öztürk, bugünkü köşesinde Aliya İzzetbegoviç'i ve 26 yaşındayken bulunduğu savaşın ortasındaki Bosna'ya ilişkin anıalrını yazdı:
"Hayatımın en heyecanlı günüydü. 26 yaşındaydım ve henüz 6 aylık gazeteciydim. Bosna savaşına gazetecilik yapmak için gitmiştim. Saraybosna kuşatma altındaydı. Tek yol, kenti çevreleyen İgman Dağları'ndan şehre girmekti. Burası da Sırplar tarafından sürekli vuruluyordu. Başka çarem yoktu. Türkiyeli iki kişiyle eski bir araba bulduk ve İgman dağına gittik. Ormanın içindeydi yol. Fakat yolun bir kısmında ağaç yoktu ve burası Sırpların ateş hattıydı. İstedikleri zaman buradan geçen arabaları vuruyorlardı. Bizden bir hafta önce Birleşmiş Milletler konvoyunu vurmuşlardı. Enkazı bu yolun kenarından aşağıdaki uçurumda görülüyordu."
ATEŞ ALTINDA YARDIMIMIZA KOŞAN ASKER
"Solu duvar, sağı uçurum olan, sekiz biçimindeki bu yola geldiğimizde yoğun bir makineli tüfek ateşi başladı. Ben arka koltukta yere yapıştım. Şoför panikledi ve solumuzdaki duvara çarptı. Orada kaldık. Mermi yağıyordu her yandan. Korkudan ölecektim. Zifiri karanlıktı. Ateş durdu. Biz arabanın içinde başımız önde, titriyoruz. Arabanın sağ kapısını bir el tuttu. Baktık bir Boşnak asker. Eliyle susmamızı ve sakin olmamızı işaret etti. Arabayı yola doğru çevirdik. Motoru çalıştırmadan, ışıkları yakmadan aşağı doğru ittirmeye başladık. Biz arabaya bindik, asker yanımızda koşarak ilerliyordu.
Güvenli bölgeye geldik. Derin bir nefes aldık. Hayatımda ilk defa makineli tüfek sesi duymuştum. Ölüme hiç bu kadar da yaklaşmamıştım. Şaşırtıcı şekilde korkuyu üzerimden atmıştım. Ne bir yabancı dil biliyordum, ne savaş muhabirliği tecrübem vardı. Ama gazetecilik aşkım zirvedeydi."
UTANÇ TÜNELİ
"Saraybosna’ya tek giriş, havalimanı altından geçen meşhur tüneldi. Tünele üstü açık siper gibi kazılmış yoldan gidiliyordu. Etrafta ne var diye zıplayıp bakmaya çalıştım. Arkamdan bir asker tuttu beni. “Journalist, journalist” (gazeteci) diye tatlı dille uyardı ve Sırpların 100 metre ötede olduğunu işaret etti.
1,5 metre yüksekliğinde, bir metre genişliğinde, amatörce yapılmış bu tünel, şehrin can damarıydı. Yiyecek ve ihtiyaç maddeleri buradan geçerdi. Tünelin içine ince demirden bir ray döşenmişti. El arabasına benzer araçlarda yiyecekler, tıbbı malzemeler taşınıyordu buradan.
Yürüyerek geçtim burayı. Karşı tarafta bir apartmanın bodrum katından dışarı çıktım. Yıllarca uzaktan gördüğüm ve acısını içimde derinden yaşadığım, kuşatma altındaki Saraybosna’ya girmiştim.
En çok istediğim şeylerden biri, hayranlık duyduğum Aliya İzzetbegoviç’i görmekti. Şehirde kontak kurduğum iki Türk doktorunu buldum. Onların evinde kaldım. Meşhur Başçarşı'yı, ara sokakları dolaşıp haber yapmaya başlayacaktım."
YANIMDA PATLAYAN BOMBALAR VE PARÇALANAN BEDENLER
"İki gün sonra şehir merkezinde dolaşırken korkunç bir patlama oldu yanımda. Beni bir dükkanın içine savurdu patlamanın şiddeti. Sırplar pazar yerini vurmuştu. Onlarca ölü ve yaralı vardı. Şoka girmiştim. Fotoğraf çekeceğime, yaralılara yardıma koştum. Her yer kandı ve ilk defa böyle bir manzara görüyordum. Pazar yeri katliamının fotoğraflarını çekemediğim için gazete yönetiminden fırça yedim. O gün mesleğimizin meşhur, “önce insan mıyız, gazeteci mi?” sorusunun cevabını bulmuştum kendi açımdan. Önce insan, sonra gazeteciydim. Her gün bomba sesi, kurşun sesi duya duya alıştım ortamda. Ama gördüklerim beni perişan ediyordu. Taze mezarların başında genç kadınlar, babalar, analar ağlıyordu. Ben de gidip onlarla ağlıyordum. Duygu dünyam perişandı.
ÖĞRETMENİMİZ BİLGE KRAL
Aliya İzzetbegoviç’in kaldığı binaya gittim. Onu görmek, savaşı görmek kadar heyecanlandırıyordu beni. Ama yoktu. Benim geldiğim tünelden çıkıp, Avrupa’daki barış görüşmelerine gitmişti. Kapısına oturdum. Bir devlet başkanının, suların aktığı, o karanlık tünelden nasıl çıktığını düşündüm. Bu ahlaksız savaşın, bu insani her değerden yoksun savaşın tüm acıları gözümün önündeydi. Çocukların, yaşlıların, masum sivillerin nasıl acımasızca öldürüldüğünü gördüm. Aliya bize savaşta bile insan kalabilmeyi öğretmişti. Sırpların yaptıklarına benzer şeyler yapmak isteyenlere, “Sırplar bizim öğretmenimiz değil” dedi.
Bilge Kral dememizin sebebi buydu. Savaşta bile ahlakı, hukuku ve insan kalmayı savunmuştu. Aliya’yı 15 gün bekledim Saraybosna’da. Ülkesine giremedi uzun süre. Ben de göremedim. Geldiğim yoldan yine tehlikeler atlatarak çıktım, Türkiye’ye döndüm. Hep onunla tanışmak için fırsat kolladım. Ancak mezarına gitmek nasip oldu. Sade, gösterişsiz, üstü açık mezarı tıpkı kendisi gibiydi.
BİZE BİLGE KRALLAR LAZIM
Savaşı kazanamadı belki ama insan kalmayı, ahlaklı kalmayı başardı. Bize çok şey öğretti. Nezaketini, saygınlığını, ahlakını tüm barbarlığa karşı asla bozmadı. Sivillerin, ibadethanelerin, pazar yerlerinin vurulmasına asla izin vermedi. İslam dünyası onun gibi bilge krallar çıkaramadı. Oysa bize onun gibi liderler lazımdı. Hep onun gibi liderler aradı gözüm. Ölümünün 17. yılında bile hala onu hasretle, hürmetle, göz yaşıyla anıyorsak, Bilge Kral’ın bize öğrettiği insani değerlerin kıymetindedir bu...