'İntikam duygularımız çoktan köreldi'
Dumanlı'ya göre "Bu bir öç alma mahkemesi değil; bir daha darbe yapılmasın temennisi."
O yıllarda Ülkücü geleneğin içinde yer alan Dumanlı, Darbede tanıdığım dört subay başlıklı yazısında üç subay ve bir astsubay'dan söz etti ancak ilginç olanı Yozgat askeri kışlasında kendisine çok farklı tavırlar sergileyen 4 askeri okurlarına anlattı.
İşte Dumanlı'nın köşesinden 12 Eylül günleri:
"Darbe yapılalı daha bir gün olmuş. Apar topar kışlaya getirilen insanların zihnini kemiren onlarca soru var: Darbeyi kim yaptı, hiyerarşik bir müdahale mi yoksa 27 Mayıs'ta olduğu gibi emir komuta zincirinden kopuk mu? Akla başka şeyler de gelmiyor değil: Darbeyi yapan subaylar "solcu" mu "sağcı" mı? Daha kötüsü de var: Birazdan kurşuna dizilmeyeceğimizi kim garanti edebilir?
Bugün için anlamsız gözüken bütün bu endişeler, o gün hayatın en acı gerçeğiydi. 20 yaşında mecburen askerlik yapan gencecik insanlar, babası hatta dedesi yaşındaki adamları tekme tokat dövüyordu. Emir öyleydi. Öldürürcesine vuruyordu "Mehmetçik" diyerek sinemize basıp koklamaya doyamadığımız asker. Üsteğmen Hüseyin, üstlerinden aldığı emirle öyle söylüyordu anlaşılan. Emir eri Sabri, İzmirli olduğunu her defasında hatırlatıp "Ulan faşistler!" diye başlıyordu küfre. İşkence gören insanların feryadı yeri göğü inletiyordu. Evimiz kışlaya yakın olduğundan sabahları "Yaylalar! Yaylalar!" türküleriyle uyanırdım. Şimdi birkaç yüz metre mesafedeki kışlada işkenceye maruz kalıyorduk arkadaşlarımızla. Acep anacığım duyuyor muydu?
İşkencecinin umurunda değildi analar, babalar. O çaresiz insanlara vurdukça Türkiye'de işlerin düzeldiğine inanıyordu aşikâr. Listeye koymuşlar; her gece birkaç kişiyi elektrikli işkenceye götürüyorlardı. Bir ara Hasbi adında bir arkadaşımı gördüm. Yozgat'ta o yıllarda briyantinli saçları olan başka kimseyi hatırlamıyordum; lakin o zarif delikanlıya en ağır zulümlerden birini yapıp keyif çatmıştı işkenceciler.
UYUMAK, OTURMAK YASAK
Uyumak yasaktı kışlada. Oturduğunuzu görürlerse küfrün haddi hesabı yok. Askerî cemselere doluşturulmuş adamların kışlaya getirilmesi bir vahşi törene dönüştürülüyordu. Bir gece karanlıklar arasında yakın komşumuzun oğlu Feriz'i seçebildim. Çamlık'a çıkarıp "Haydi kaçın!" demişler. Kimse kıpırdamamış yerinden, arkamızdan vuracaklar diye. Sen misin kıpırdamayan! Dipçikler kana bulanmış. "Yat!" diyorlardı, onlarca adam yatıyordu. "Sürün!" diyordu sonra kaba bir ses. Tekrar 'kalk' denmesi ile 'koş' denmesi bir oluyor, koşanların arkasından tekmeler dipçikler yağıyordu.
Yine bir gece o kalabalık arasından İlbey Hoca'yı seçebildim. Öğretmendi. Efendi bir adamdı. Hatırlayabildiğim kadarıyla birkaç gün önce evlenmişti. İlbey Hoca'nın parçalanmış dudağı, kan revan olmuş yanağı hâlâ gözümün önündedir. Yaşına başına mesleğine aldırış eden mi vardı! Sanırsın ki, düşman kuvvetleri tarafından işgal edilmişti Anadolu. Kadir Baran'dan haber alamıyorduk. Onu tek başına bir hücrede tutuyorlar, işkence nedeniyle aklî dengesini yitirdiğini söylüyorlardı...
Dört rütbeli asker gördüm Yozgat kışlasında. Birisi Murat Teğmen. Bir bize bakıyor, bir işkencecilere... Sonra bir fırsatını yakalıyor bizimle konuşuyordu. Kısık ve ağlamaklı bir sesle, "Dayanın arkadaşlar! Bu günler de geçer..." diyordu. Biliyordum ki, köşeyi döner dönmez o genç teğmen gözyaşlarına boğuluyordu...
TAŞIDIĞI ÜNİFORMANIN DEĞERİNİ BİLMEYENLER
Veli Başçavuş adında birisi geldi bir ara yanımıza. Yaklaştı hücremize. Sandım ki önemli bir şey diyecek. Meğer tükürecekmiş. O kadar öfke ve nefretle yaptı ki o alçak davranışı, şapkası başından uçuverdi. Beni bir gülme krizi tutmaz mı! Allah'tan duvar dibine geçip kör noktada dudaklarımı ısırarak o acınası halde, bir de gülme cezası çekmedim.
Sonra bir komutan geldi yanımıza. Omuzu kalabalık. Kendinden pek emin. Kibirli. Adını hatırlamıyorum bugün. Halimizi sordu. Biz de, saflık bu ya, başladık başımıza gelen korkunç olayları tek tek anlatmaya. Arkadaşımızın birisi koynunda sakladığı kanlı bezi çıkardı. Gözümüzü bağlarken kullanılan bezin bir parçası onda kalmıştı. Komutanın umurunda değildi. Nefesini şöyle bir topladı, bir filozof kibriyle konuşmaya başladı: "Ünlü bir İngiliz düşünür der ki en güzel tavsiye mektubu, güzel bir takım elbisedir. Ailelerinizden elbise isteyin mahkemeye çıkacaksınız." Donup kalmıştık. Bu subay biraz sonra evine gidecek çoluk çocuğu ile yemek yiyecek hatta belki de vatan-millet üzerine tumturaklı laflar edecekti. Belli ki halimiz adamın midesini bulandırmıştı. Oysa asıl iğrenç fotoğraf, taşıdığı o güzel üniformanın değerini bilemeyen "küçük Mussolini"nin ta kendisiydi.
Güven Yüzbaşı çıkageldi on gün sonra. Elinde bir telsiz. Yanımıza yaklaştı. Artık ne merhamet bekliyorduk, ne anlayış. "Peygamber ocağı" çoktan alev almıştı gözümüzde. Yine de Yüzbaşı'yı dinlemek zorunda olduğumuzu biliyorduk. Adam çehrelerimize tek tek baktı. Gözlerinin dolduğunu gördüm. "Size ne oldu böyle evladım?" derken sesi titriyordu. Arkadaşlar birkaç misalle yaşadığımız zulmü anlattı. Adam telsize sarıldı. "Burada durum çok feci komutanım!" dedi. Dinlemeye geçti. Sonra nöbetçi askerlere döndü ve haykırdı: "Bundan sonra bu çocuklar gece sorguya götürülmeyecek, kıllarına zarar gelmeyecek!" Askerler kem küm etmek zorunda kaldı. Üsteğmen Hüseyin'i söylediler. Güven Yüzbaşı bir daha kükredi; işkence edenlere hakaretler savurdu, gece yarısı divan-ı harplerden bahsetti...
Yukarda naklettiklerim, bildiklerimin yüzde biri bile değil. On binlerce insan benzer acı hatıralarla yaşıyor. 1980'de, yaşı 15'in altında olanları ve sonra doğanları hatırlarsak, rahatlıkla söyleyebiliriz ki yaklaşık 40 milyon insan darbe nedir bilmiyor; bilemez. Bilgisayar oyunu gibi geliyor kimilerine darbe. Ama öyle değil!
İNTİKAM DUYGULARIMIZ ÇOKTAN KÖRELDİ
Darbeciler şimdi yargılanıyor. 32 yıl sonra. Kimse hadiseyi çarpıtmasın; intikam duygularımız çoktan köreldi. Bu bir öç alma mahkemesi değil; bir daha darbe yapılmasın temennisi. Üsteğmen Hüseyin, onun emir eri Sabri, o günkü emniyet amiri Hasan, Yozgat Cezaevi Müdürü ve başgardiyanı... Bu kişiler başlarını yastığa koyduklarında rahat bir uyku uyuyabildi mi? Hiç olmazsa bugün en azından ailelerine itiraf etmeliler ki çok büyük bir zulmün parçası oldular. Mamak Cezaevi'nden Diyarbakır Hapishanesi'ne kadar, darbe suçuna bizzat ortak olan herkesin milletin evladına neden işkence yaptığını açıklaması ve bu milletten özür dilemesi gerekiyor. Onlar hesap verip özür dileyecek ki bir daha işgal kuvvetleri gibi davranan bir heyûla bu ülkenin üzerine abanmasın, nesillerimiz bir hiç uğruna heder olmasın...