Hıncal Uluç'u Allah güldürür inşallah
Senin kasıklarını tutarak güldüğün Cem Yılmaz, Amerika'da sahneye çıksa ve çok güzel İngilizcesiyle bizi güldürmek için anlattıklarını
ADNAN BERK OKAN
Beş yaşımdaydım henüz...
Sezai dayıcığımdan (Allah ömür versin. Her ne kadar birbirimize uzak olsak da TRT-Türk'te sık sık dinliyorum dayıcığımı) Lemi Atlı'nın "Siyah ebrulerin duruben çatma" diye başlayan Uşşak eserini (Sözler Kul Mustafa) sadece bir kez dinlemiş ve mırıldanmaya başlamıştım...
Övünmek gibi olmasın tek eksiğimin "r"leri telâffuz edemeyişim olduğunu söylerler o günlerden söz açıldığında...
Aslına bakarsanız keşke ilerleyen yıllarda da "r"leri söyleyemeseymişim ne iyi olurmuş...
En azından "yazar" değil, "konuşur" olurdum...
Neyse...
Dayıcığımın anneciğime (Allah uzun ömürler versin Hacı anacığım benim) "Bu kızanın kulağı çok güzel Lütfiye" deyişi halen kulaklarımdadır...
Ve...
Kulaklarımın güzelliğini(!) görmek için bakmaya çalıştığım aynaya boyum yetişmeyince, dayıcığımın kucaklayıp da bana aynada kendimi gösterişi hiç gitmez gözlerimin önünden...
Ve yıllar sonra...
1971 yılını 1972 yılına bağlayan yılbaşı gecesi...
Galata Kulesi'nin restoranındaki baloyu bizim orkestra (İstanbul Gölgeler) çalıyor..
Bendeniz de orkestranın solistiyim ( o zaman "Vokal" denmezdi. Çünkü "Vokal" diye; ikinci, üçüncü sesi yapanlara derdik bizler)...
Ancak İngilizce kimi şarkıların sözlerini tam olarak ezberlemeye pek fazla vaktim olmuyor...
Zira akşam saat 17.00 - 21.00 arası İ.İ.T.İ.A'ndeki derslerimi (ille de Ord. Prof. Ekrem Özelmas ve İktisat dersi) kaçırmamaya gayret ediyorum...
Gündüz bir şirkette satış mümessiliyim, gece saat 21.30 - 24.00 arası da solistlik yapıyorum...
Yukarıda da anlattığım gibi "güzel kulağım" sayesinde melodileri birkaç kere dinledikten sonra çok rahat söylüyorum...
O gece de her zaman olduğu gibi elimde mikrofon pistte dans edenlerin arasında söylüyorum şarkılarımı...
Çok sayıda yabancı konuk var salonda...
O yabancılardan bir çifti ise dönemin ünlü aktörlerinden (rahmetli) Uğur Güçlü ve zarif eşi Emel Hanım'ın konukları...
Konuk çiftten erkek olanı hafif tombul ve kısa boylu...
Söylediğim İngilizce şarkıların (Frank Sinatra, Tom Jones, Engelbert Humpherdinc), hepsine eşlik ediyor...
O ana kadar söylediklerimi ise kafadan atmadan söyleyebiliyorum...
Ancak...
Sedat (Saksafon) birden o anda repertuarda olmayan Help Your Self'in giriş müziğini çalmaya başlıyor...
Eyvah!..
Yandım ki ne yanmak...
Çünkü şarkının birinci mezuru tamam ama ikinci mezuru atacağım...
Bir türlü ezberleyememişim...
Neyse...
İlk mezuru söylüyorum...
İkinci mezur saksafon solo ve saksafon geçiş...
D 12'yi (mikrofon) dayıyorum şişman İngiliz'in dudaklarına...
Bir söylüyor, bir söylüyor ki Tom Jones duysa kıskanır...
Şarkı bittiğinde salon alkıştan yıkılıyor...
Ben orkestranın kurulu olduğu platforma çıkıyorum, konukları alkışa tahrik ve teşvik ederek...
Bizim şef Ekrem, "gördün mü eloğlu nasıl söylüyor!" diyor kulağıma...
Ben de onun kulağına eğilip, "o halde çalın bir 'ah tren kara tren' de gör bakalım hangimiz daha iyi söylüyoruz" diyorum...
Gülüşüyoruz...
Ve arkasından I feel good'la ortalığı dağıtıyoruz...
Bu kadar eski bir anıyı niçin anlattım biliyor musunuz?..
Hem biraz eskiyi anmak hem de "Yedek Polisler" filmini izleyip hiç gülemediğini anlatan Hıncal Uluç'a bir konuyu hatırlatmak için...
Tabii gülemezsin Hıncal Usta...
Adamlar o filmi biz "Türkler gülsün" diye yapmıyorlar ki...
Kendilerini güldürmek için yapıyorlar...
Senin kasıklarını tutarak güldüğün Cem Yılmaz, Amerika'da sahneye çıksa ve çok güzel İngilizcesiyle bizi güldürmek için anlattıklarını tekrarlasa kaç kişi güler?..
Efendim?..
Duyamadım da...
[email protected]
Beş yaşımdaydım henüz...
Sezai dayıcığımdan (Allah ömür versin. Her ne kadar birbirimize uzak olsak da TRT-Türk'te sık sık dinliyorum dayıcığımı) Lemi Atlı'nın "Siyah ebrulerin duruben çatma" diye başlayan Uşşak eserini (Sözler Kul Mustafa) sadece bir kez dinlemiş ve mırıldanmaya başlamıştım...
Övünmek gibi olmasın tek eksiğimin "r"leri telâffuz edemeyişim olduğunu söylerler o günlerden söz açıldığında...
Aslına bakarsanız keşke ilerleyen yıllarda da "r"leri söyleyemeseymişim ne iyi olurmuş...
En azından "yazar" değil, "konuşur" olurdum...
Neyse...
Dayıcığımın anneciğime (Allah uzun ömürler versin Hacı anacığım benim) "Bu kızanın kulağı çok güzel Lütfiye" deyişi halen kulaklarımdadır...
Ve...
Kulaklarımın güzelliğini(!) görmek için bakmaya çalıştığım aynaya boyum yetişmeyince, dayıcığımın kucaklayıp da bana aynada kendimi gösterişi hiç gitmez gözlerimin önünden...
Ve yıllar sonra...
1971 yılını 1972 yılına bağlayan yılbaşı gecesi...
Galata Kulesi'nin restoranındaki baloyu bizim orkestra (İstanbul Gölgeler) çalıyor..
Bendeniz de orkestranın solistiyim ( o zaman "Vokal" denmezdi. Çünkü "Vokal" diye; ikinci, üçüncü sesi yapanlara derdik bizler)...
Ancak İngilizce kimi şarkıların sözlerini tam olarak ezberlemeye pek fazla vaktim olmuyor...
Zira akşam saat 17.00 - 21.00 arası İ.İ.T.İ.A'ndeki derslerimi (ille de Ord. Prof. Ekrem Özelmas ve İktisat dersi) kaçırmamaya gayret ediyorum...
Gündüz bir şirkette satış mümessiliyim, gece saat 21.30 - 24.00 arası da solistlik yapıyorum...
Yukarıda da anlattığım gibi "güzel kulağım" sayesinde melodileri birkaç kere dinledikten sonra çok rahat söylüyorum...
O gece de her zaman olduğu gibi elimde mikrofon pistte dans edenlerin arasında söylüyorum şarkılarımı...
Çok sayıda yabancı konuk var salonda...
O yabancılardan bir çifti ise dönemin ünlü aktörlerinden (rahmetli) Uğur Güçlü ve zarif eşi Emel Hanım'ın konukları...
Konuk çiftten erkek olanı hafif tombul ve kısa boylu...
Söylediğim İngilizce şarkıların (Frank Sinatra, Tom Jones, Engelbert Humpherdinc), hepsine eşlik ediyor...
O ana kadar söylediklerimi ise kafadan atmadan söyleyebiliyorum...
Ancak...
Sedat (Saksafon) birden o anda repertuarda olmayan Help Your Self'in giriş müziğini çalmaya başlıyor...
Eyvah!..
Yandım ki ne yanmak...
Çünkü şarkının birinci mezuru tamam ama ikinci mezuru atacağım...
Bir türlü ezberleyememişim...
Neyse...
İlk mezuru söylüyorum...
İkinci mezur saksafon solo ve saksafon geçiş...
D 12'yi (mikrofon) dayıyorum şişman İngiliz'in dudaklarına...
Bir söylüyor, bir söylüyor ki Tom Jones duysa kıskanır...
Şarkı bittiğinde salon alkıştan yıkılıyor...
Ben orkestranın kurulu olduğu platforma çıkıyorum, konukları alkışa tahrik ve teşvik ederek...
Bizim şef Ekrem, "gördün mü eloğlu nasıl söylüyor!" diyor kulağıma...
Ben de onun kulağına eğilip, "o halde çalın bir 'ah tren kara tren' de gör bakalım hangimiz daha iyi söylüyoruz" diyorum...
Gülüşüyoruz...
Ve arkasından I feel good'la ortalığı dağıtıyoruz...
Bu kadar eski bir anıyı niçin anlattım biliyor musunuz?..
Hem biraz eskiyi anmak hem de "Yedek Polisler" filmini izleyip hiç gülemediğini anlatan Hıncal Uluç'a bir konuyu hatırlatmak için...
Tabii gülemezsin Hıncal Usta...
Adamlar o filmi biz "Türkler gülsün" diye yapmıyorlar ki...
Kendilerini güldürmek için yapıyorlar...
Senin kasıklarını tutarak güldüğün Cem Yılmaz, Amerika'da sahneye çıksa ve çok güzel İngilizcesiyle bizi güldürmek için anlattıklarını tekrarlasa kaç kişi güler?..
Efendim?..
Duyamadım da...
[email protected]