Herkesin içinde bir 'Stoner' var
Mutsuz evliliğinin ilacını ona kendi ruhunu gösterecek sırı dökülmemiş yeni bir aynada; cemiyetin kodladığı isimle “yasak aşkta” arayan bir anti-kahramanın, “olağanüstü sıradan” hikayesini anlatıyor “Stoner”...
2013 WATERSTONES Yılın Kitabı Ödülü'nü alan John Williams'ın "Stoner" kitabını Göksan Göktaş yazısında işte böyle özetliyor. Koton Kitap etiketiyle ve Özlem Güçlü'nün çevirisiyle okurla buluşan Stoner, Türkiye'de hakettiği ilgiyi henüz göremedi.
İşte Göksan Göktaş'ın kaleminden "Stoner" romanına dair çarpıcı satırlar:
"Ömür labirentinde; mezar taşlarının referansıyla söylersek; o iki tarih arasındaki “bir varmış bir yokmuş” kolaylığıyla ifade edilebilecek zamana neler sığdırabilir insan? Kaç aşk, kaç hayal kırıklığı, başarma hırsı, evlilik, açlık, tokluk… Kaç düşüş, kaç kalkış… Ama nedense biz “sıradan insanlar” için “büyük”, merak edilen hayatlar hep, adını tarihin resmi ya da gayriresmi sayfalarına “şöyle ya da böyle” yazdıranlara aittir…
İşte aslında, tanıtacağımız kitabın gücü de buradan geliyor. “Sıradan”ın olağanüstülüğünden…Çalışkan ama vasat sayılabilecek bir profesörün, hayatında iki üç olumsuz eleştiri dışında herhangi bir tepki almamış bir kitap yayımlayan bir akademisyenin, “olağanüstü sıradan hayatı” bu…
Yayımlandığı pek çok ülkede satış rekorları kıran, 1994’de sonsuzluğa yelken açmış ünlü Amerikalı yazar John Williams’ın “Stoner”ı Koton Kitap etiketi ve Özlem Güçlü’nün eşsiz çeviriyle nihayet Türkçede…
Çiftçi bir ailenin çocuğu olan ve büyük umutlarla –hani hem kendini kurtarır hem ailenin işlerini de büyütür temennisiyle- ziraat mühendisi okumak için gittiği üniversitede, edebiyat hocasının konu Shakespeare’den açıldığında, “Şair 300 yıl önceden sesleniyor” sözüne tav olup, edebiyata tutulmasıyla başlıyor roman… Kahramanımız William Stoner, ailesinin kendisi için kurguladığı istikbali reddedip, edebiyatın ona sunduğu “zamansızlık” ve belki de kendi varoluşunun ağırlığından kaçabilme imkanına aşık oluyor. Sonrasında aynı okulda akademisyenlik günleri başlıyor; onu profesörlüğe kadar götürecek olan…
İlk gençlik yıllarında, üzerindeki kasabalı utangaçlığını atıp, ilk ev toplantıları, dost sohbetlerine katılmalar derken daha ilk gördüğünde evlenmeye karar verdiği genç kızla tanışıyor. Varlıklı ama “ahlaki baskılarla” büyümüş, kadınlığına, kadın oluşuna bu yüzden hep dışarıdan bakmış bir kadın bu… “Korunmanın adeta kutsal bir zorunluluk gibi görüldüğü bir sosyal ve ekonomik sınıfa mensuptu, hayatın yoluna çıkarabileceği iğrenç olaylardan sakınabileceği ve o korunmaya ağırbaşlı ve hünerli bir aksesuar teşkil etmekten başka bir görevinin olmadığı ilkesine göre eğitilmişti…”
Bu arada nasıl es geçebiliriz! Romanın fonunda dünyayı kasıp kavuran iki büyük dünya savaşı da var… Ama “insan”ın dünyasına dokunduğu kadarıyla, “insanın kendi iç savaşı”yla kesiştiği noktalar ölçüsünde. O yüzden akademisyen Stoner, ülkesi Birleşik Devletler de resmi olarak savaşa girdiğinde, bazı meslektaşlarının aksine, ona sunulan “orduya katılmama” hakkını kullanıp, kendi savaşının gazisi olmayı tercih ediyor. Kınayan bakışlara rağmen…
Nerede kalmıştık… Stoner’ın evliliği henüz tazeyken, eşinin travmaları ve onun roman boyunca kendine de “yakıştırdığı”, gün görmemiş kabalığı yüzünden, yakaladıkları “aşk kuşu” erken uçuyor kafesten… Sonrası mutsuz bir evlilik, araya sıkıştırılan ve neredeyse ortada bırakılan bir kız çocuğu… İşine veriyor kendini Stoner akabinde, içindeki vasatlık duygusunu her ne yapsa yenemese de kimilerinin –sayıları az da olsa- hayran olduğu, kimilerinin burun kıvırdığı bir “üniversite hocası” oluyor.
Bundan sonraki satırlarda “Katil aslında uşakmış” gammazlığıyla, romanın tadını kaçırıp, olay örgüsünü tamamıyla açık edeceğimiz sanılmasın! Ama romana giriş kabilinden bazı detayları bilmekte fayda var.
Her romanın pek çok derdi vardır tabii ki… Bize göre “Stoner” insanın kadim “kendi iç nizamını tanzim etme” çabasını da anlatıyor biraz. Mesela mutsuz giden evliliğinde kahramanımızın kendini en iyi hissettiği anlardan biri, öyle güzel kaleme alınmış ki… Stoner’ın kendiyle baş başa kalabildiği bir anın, bir çiftin aynı evde yaşarken “birbirine vitaminler moraller” veremediği anda sığınılan “iç oda”nın resmi aslında bu: “Bu çalışma odası üzerinde çalışırken tanımlamaya çalıştığı şey kendisiydi. (…) Eşyalarını tamir edip odaya yerleştirdiğinde, yavaş yavaş şekil verdiği kendisiydi, bir nevi düzene soktuğu kendisiydi, geçerli kıldığı kendisiydi.”
ORTAK SEFALET
Kendini öyle içinden kolay kolay çıkamayacağı, mutsuz bir evliliğin içinde bulan, aşkı teğet geçmiş bir erkek, bir insan… Ona kendi yüzünü, ruhunu gösterecek, sırı dökülmemiş yeni bir ayna arar mı, aramaz mı? Bulur bu, bulamaz mı? Stoner da buluyor tabii… Artık orta yaşlarına gelmişken, aynı üniversitede okutmanlık yapan yarı yaşında bir genç kızın saf aynasında görüyor kendini… Karısının yıllar önce kendisine kapattığı “cennet”in kokusunu duyuyor onda. Cemiyetin “yasak aşk” diye kodladığı alanın tam merkezinde buluyor kendini. “Stoner’ın kaba eli o tenin üzerinde hayat bulurdu adeta. (…) Daha önce hiç başka birinin vücudunu tanımadığını, dahası bu yüzden başkasının benliğini her zaman o benliği taşıyan bedenden bir şekilde ayrı tuttuğunu anladı. Sonunda bizzat tecrübeyle o güne kadar hiç kimseyi bir samimiyet ya da güvenle veya teslimiyetin getirdiği insani bir sıcaklıkla birlikte tanımadığını fark etti. Tüm aşıklar gibi bol bol kendilerinden bahsettiler, bu şekilde onları var eden dünyayı anlayabileceklerini sanıyorlardı.”
Dedik ya “Stoner”ın fonunda savaşlar var, ama bir savaş romanı değil… Aşk var ama nasıl derler, “bizim bildiğimiz” aşk romanlarından da değil… Hayatın kimyasını meydana getiren pek çok element sızmış romana, “insanın” pek çok varoluş derdine, tasasına ilişkin ustaca sorular sormuş yazar, kimini cevaplamış, kimine okuyana bırakmış… Ama okuyucunun zihnini cevabı bulacak esnekliğe, kıvraklığa getirmeyi başarmış. Kendi hikayemize kafa yormaya çekmiş bizi ustaca. Ha, bir de başta söylemiştik ya; “Vasat bir akademisyenin hayatı” diye… İşte yazar sonlara doğru, vasatlığı, başarıyı, başarısızlığı öyle bir deşiyor ki kahramanın gözünden; bugünün, artık hayatı hırstan “yarış atı” hattında seyreden insanına çok şey öğütlüyor sanki: “William Stoner, dünyayı, genç meslektaşlarından çok azının anlayabileceği bir biçimde tanımıştı. Zorluk ve açlık, mukavemet ve acının bilgisi, içinde derinlerde bir yerde, belleğinin gerilerindeydi. (…) Saygın hayat anlayışları kırık dökük olduğu için belleri bükük iyi adamların çaresizlik içinde yavaş yavaş sağlıklarını yitirdiklerini görmüştü; kırık cam parçaları gibi boş gözlerle, sokaklarda amaçsız dolaştıklarını görmüştü; (…) ve bir zamanlar kendi kimlikleriyle dimdik yürüyen adamların, bir şekilde batmayacak bir kurumun kadrolu çalışanı olarak keyfini sürdüğü küçük güvence yüzünden ona nefret ve kıskançlıkla baktıklarını görmüştü. Bu farkındalığı dillendirmedi; fakat ortak sefaleti bilmek ona dokunuyordu ve bu bilgi kimselerin göremeyeceği derinliklerde gizli yönlerini değiştirmişti, müşterek sıkıntının yol açtığı sessiz keder hayatının her anında yanı başındaydı.”