Hayrettin Karaman hoşgörülü olsa daha mı iyiydi?
Dağda, ormanda, bayırda, insanoğlunun hiç olmadığı yerde evliya olmak kolay sevgili kardeşim..
ADNAN BERK OKAN
Bendeniz "Kunduracı" çocuğuyum...
Hem de o dönemlerin "Zenne" çalışan bir kunduracısının oğluyum...
Genç kuşak bilmeyebilir, "Zenne çalışmak" demek, kadın ayakkabısı imal etmek demektir...
Genellikle "ısmarlama" çalışılır...
Babacığım da ısmarlamacıydı...
Rahmetli, dükkânımıza gelen kadınların önünde yere diz çöker, hanımefendilerin ayak ölçüsünü alırdı, bir beyaz karton üzerine...
Bunu yaparken de müşterinin ayağından tutar, kulağının üstüne iliştirdiği mor kopya kalemi ile ayağın çevresini çizerdi...
O günlerde, bir kadın terzisinin bir müşterisini taciz ettiği dedikoduları yayıldı ortalığa...
Benim de dükkânda olduğum bir gündü...
Ya bir cumartesi öğleden sonrasıydı...
Ya da yaz tatili...
Ama dükkânın önünde tavla oynadıkları sırada yapılan bir sohbet olduğuna göre yaz tatili olmalıydı...
Bir yandan pullar tavlanın üzerine her vuruluşunda "şrakkk!" sesleri çıkarırken diğer yandan da işte o taciz iddiası konuşuluyordu...
Arkadaşlarından biri babacığıma kendisinin aklından da, müşteri kadının topuğunu tuttuğu sırada öyle bir "fenalık"(!) geçip geçmediğini sordu...
Babacığım elindeki zarları tam atacağı sırada durdu...
Vücudunun tabure üstünde kalan kısmını bir heykel gibi dimdik hale getirdi...
Soruyu soran arkadaşına döndü...
Her zamanki tatlı küfürledinden birini savurdu...
Dükkâna gelen her kadının kendisi için bir abla, kız kardeş ya da ana olduğunu (o zamanlar henüz otuz yaşında bile yoktu) hatırlattıktan sonra şu öyküyü anlattı...
Küçük bir taşra şehrinde iki erkek kardeş yaşarmış...
Kardeşlerden küçük olanı ormanda çobanlık ederken, büyüğü şehirde babacığım gibi "zenne" üzerine çalışırmış...
İki kardeş o kadar dürüst, o kadar namuslu ve o kadar Alah adamıymışlar ki, her ikisi de mendil içinde süt taşırlarmış da o süt bir damla bile akmazmış...
Çobanlık yapan kardeş işte bu özelliklerinin farkında olduğu için kunduracı ağabeyine sürüsünden sağdığı sütü, mendil içinde taşırmış...
Dükkâna girer girmez de yine mendil içinde duvardaki çiviye asarmış süt dolu mendili...
Ağabeyi akşam iş dönüşü eve götürürmüş yine mendil içinde...
Bir gün, çoban olan kardeş alışıldık olduğu üzere mendilini sütle doldurup şehre inmiş...
Doğru ağabeyinin kunduracı dükkânına...
Kapıdan girdiği sırada ağabeyi bir kadın müşterisinin ayak ölçüsünü alıyormuş...
Çoban kardeşin gözü ağabeyinin bir eliyle tuttuğu al topuğa ilişmiş...
Öyle güzelmiş ki kadının ayak topuğu...
Ve bileği bir İngiliz tayının ki kadar ince, zarifmiş...
Her zaman yaptığı gibi mendili çiviye asıp oturmuş...
Aynı anda mendil "şıp, şıp, şıp" diye süt sızdırmaya başlamış...
İki kardeş önce mendile, sonra da birbirlerine bakmışlar...
Kunduracı, kadının ayak topuğunu bırakmadan kardeşine sitem etmiş:
"Dağda, ormanda, bayırda, insanoğlunun hiç olmadığı yerde evliya olmak kolay sevgili kardeşim... Mühim olan o evliyalığı şehirde sürdürebilmek"...
Yani değerli dostlar...
Birbirlerimizi gettolara kovalayarak; mahallerimizi ayırarak, birbirimizi hiç görmeden; kavgasız, nizasız yaşayabiliriz tabii ki...
Bundan kolay ne var?..
Ama istediğimiz bu mu olmalı?..
Birbirimizi görmeden, ilişki kurmadan yaşamak mı?..
Yoksa, Hayrettin Karaman'ın dediği gibi "birbirimize tahammül" mü etmeliyiz?..
Bir arkadaş köşesinde soruyor:
"İyi ama tahammülün sınırı ne?"
Söyeyeyim: "Şiddet, hakaret!"...
Karşılıklı "şiddet ve hakaret" olmadığı sürece "Tahammül"...
Çok mu zor yani?..
Denemeden, ya da Mehmet Barlas'ın aktardığı kızılderili özdeyişindeki gibi, "başkasının ayakkabısını bir saat giymeden" tepki koymamak gibi...
[email protected]